Dr. Orhan Çekiç
Atatürk’ün “Bursa Nutku” gerçekten var mı, yoksa bu bir fanteziden mi ibaret?
Neden bazı çevreler ilk günden beri bu nutka şiddetle karşı çıkarken,
kimi çevreler aynı şiddetle savunur?
Ağır Ceza Mahkemelerinde bile sorgulanan bu nutuk, eğer gerçekten Atatürk tarafından söylenmişse, neden o zaman “Söylev ve Demeçleri” arasında yer almıyor?
İyi ama her söylediği zaten orada kayıtlı mı ki?
Bu yazının sonunda mutlaka bir fikriniz olacak ve kararı da siz vereceksiniz…
İzmirdeydi…
Haberi aldığında İzmir’deydi. Yorucu bir gün geçirmişti. O gün Buca’ya gitmişler, dönüşte İzmir Millî Kütüphanesini gezmiş, kitapları incelemiş, kütüphane hakkında bilgi almıştı. Bankaları, arkasından İncir Kooperatifi’ni ziyaret etmişti. Akşam CHP’nin Karşıyaka’da vereceği baloya katılacaktı ki… Bursa’daki olayı duydu.
Vali Bey, olayın pek de büyütülecek bir yanı olmadığını anlatmaya çalışıyordu:
“…İki gün önce, 1 Şubat Çarşamba günü, Bursa Ulu Cami’den çıkan 100 kadar kişi, ‘ Ezan her yerde Arapça okunurken, neden bir tek Bursa’da Türkçe okunuyor? ‘ diye bağırışarak Müftülüğe doğru yürüyüşe geçmişler. Meraklıların da katılımıyla kalabalık giderek büyümüş. Müftü, bu konuda talimat alındığını, Ezanın yalnız Bursa’da değil, her yerde Türkçe okunduğunu, asıl yanıtı Vali’nin verebileceğini söyleyince de, kalabalık Hükümet Konağı’na yürümüş. Makamında olmayan Vali’yi beklerlerken merdivenlere oturmuşlar, sonra da polisin müdahalesiyle, bir olay çıkmaksızın dağılmışlar.”
Vali’yi dikkatle dinliyordu. Sonra yüz hatları gerildi… çelik gibi bir ses tonuyla talimatını verdi:
-“ Başvekil Paşayla temas kurun, bana Afyon’da katılsın! Tren hazırlansın, bu gece Bursa’ya hareket ediyoruz. Balo’ya gitmeyeceğim, ama balo yapılsın.”
Hava birden değişmiş, ortalık buz kesmişti. Antalya’da bulunan İsmet Paşa’ya talimat iletildi ve sabaha karşı 03.30’da Atatürk beraberindekilerle İzmir’den Afyon’a doğru yola çıktı.
Hedef Bursaydı.
Oysa, daha iki hafta önce gene Bursa’daydı. (17.1.1933). Çok sevdiği ve sık geldiği Bursa’da her zamanki gibi Valiliği, Belediyeyi, Komutanlığı ziyaret etmiş, şehirde tetkiklerde bulunmuş, son gün de İpekiş Dokuma Fabrikasını gezmişti. Hatıra defterine yazdıklarında içtendi.
”…İpekiş Fabrikası’nda gördüklerimden çok sevinç duydum”.
Nerede bir fabrika açsa, çocuklar gibi şenlenir, mutlu olurdu. Çünkü fabrika demek, üretim demek, kalkınma demek, teknoloji demek, istihdam demekti, iş-aş demekti…
Ama bu kez bu ani gidişinden hiç de mutlu olmadığı yüz ifadesinden belliydi. 15 Ocak’tan beri seyahat halindeydi. Önce Bursa’ya gelmiş, sonra Bandırma, Balıkesir, Kütahya, Afyon ve Konya’yı ziyaret edip, Adana’ya kadar gitmişti. (25 Ocak). Oradan Gaziantep, sonra tekrar Adana, nihayet Mersin. (28 Ocak 1933). Buradan Gülcemal Vapuruyla Antalya ve İsmet Paşayla buluşma. Daha sonra da Fethiye ve Marmaris üzerinden İzmir. (31 Ocak 1933).
İsmet Paşayla Başbaşa…
Ve işte şimdi de sabaha karşı Afyon’da Başvekil Paşayla baş başaydı. İstasyondaki uğurlama merasimini kısa tuttular ve hemen kompartmanlarına geçtiler. Tren bir an önce Bileciğe varmak ister gibi karanlığın derinliklerinde yoluna hızla devam ederken, Bursa’da olanları giderek hiddetlenen bir ses tonuyla başvekiline anlatmaya başlamıştı bile.
İyi ama, İsmet Paşa’nın bu olaydan haberi elbette vardı fakat doğrusu bu kadar telaş edecek bir olay gibi de görmemişti olanları... Ama Atatürk öyle bir döküm yaptı ki, yılların Başvekil Paşası’nın da çok geçmeden suratı asıldı. Atatürk’ü dinleyince hak verdi, çünkü bir noktayı çok kötü atlamıştı. Aslında herkes atlamıştı. Atatürk hariç…
Tam da memleketin dar bir geçitten geçtiği günlerdi.
Daha birkaç yıl önce, 1928’de, Latin Harflerine geçişle ilgili devrimin ülke için ne kadar da önemli olduğunu kavrayamamış bir yobaz kesim, bu olaya “ Kur’an harflerini terkediş” gözüyle bakarken, bir de Anayasa’dan “…devletin dini islâmdır” hükmünün çıkarılışını duyunca homurdanmalar bütün ülkede iyice yükselmişti. (10 Nisan 1928).
Çabuk atlatmışlar, bu reformun meyvelerini de bir yıl gibi kısa sürede toplamaya başlamışlardı.
Ardından, tam da bu sırada 1929 Dünya Ekonomik Krizi patlamıştı. Bundan Türkiye’nin etkilenmemesi zaten olanak dışıydı. Homurtular daha da yoğunlaştı ama devrim hız kesmeden sürüyordu. Şimdi de “Kadın Hakları” gündemin başındaydı ve Avrupa’nın pek çok ülkesinde bu haklar kadınlara henüz tanınmazken, Belediye seçimlerinden başlayarak Türk kadınının seçme ve seçilme haklarına sahip olmasının yolu açılmıştı. (3 Nisan 1930). “Kadın ancak hamur yoğurur, çocuk doğurur” zihniyetindeki tarikat-cemaat ehli yığınlar, bu gelişmeleri dişlerini gıcırtarak, “la havle…”çekerek izliyorlardı. Bunun farkındaydı. Umursamıyordu ama dikkatliydi.
Normal olarak her ülkede iktidarlar, özellikle bu tür zor koşullardan geçilirken “muhalefet” istemezler. Atatürk, tam aksine, toplumun bir an önce demokrasi kültürüne sahip olabilmesi için, kendi eliyle ve hatta baskısıyla, kendi kurduğu partiye karşı muhalefet yapması için, yakın arkadaşı ve Paris Büyükelçimiz Ali Fethi Okyar’ı bir muhalif parti kurmaya ikna etmişti. Serbest Fırka böyle kurulmuştu. (12 Ağustos 1930). Ne yazık ki bu iyi niyetli girişim, cumhuriyetin o güne kadar getirdiği kazanımların tümünün bir anda yok olması anlamına gelecek şekilde ülkedeki tüm gericilerin bu parti etrafında toplanması nedeniyle, bizzat bu tehlikeyi gören Fethi Bey tarafından kapatılmıştı. (17.11.1930). Bu olay da gösteriyordu ki, pusudaydılar…ve hep tetikte olmak zorunluydu…
Menemen’i Yakın…
Nitekim, korkulan oldu. Aradan bir ay geçmişti ki, “Menemen Olayı” patladı. İzmir’in Menemen ilçesinde Giritli Derviş Mehmedî adlı Nakşibendi Tarikatı’na bağlı bir yobazın önderliğinde bir kalabalık, Belediye Meydanı’nda toplanıp, zikrederek şeriatı ilan ettiklerini duyurmuşlardı. Olaya bir müfreze ile müdahale etmeye çalışan yedek subay Kubilay, boğazı kesilerek şehit edilmişti. Cumhuriyet Hükümeti derhal gereken tedbiri alıp suçluları en ağır şekilde cezalandırmıştı ama, Atatürk günlerce bu olayın etkisinden kurtulamamıştı. Her defasında önündeki tabakta Kubilay’ın kesik başını gördüğü için, günlerce yemekten kesildi, uzun süre et yemeği yiyemedi.
İşte o günlerde ve o kızgınlıkla İsmet Paşa’ya dönüp:
“Menemen halkını taşıyın ve Menemen’i yakın. Cumhuriyet’in gelecek nesillerine bir örnek olması için de Menemen’i o yanık haliyle muhafaza edin” emrini vermişti.
İsmet Paşa bu tür emirleri uygulamaz, 48 saat bekletirdi. Buna birlikte karar vermişlerdi. İyi ki de öyle yapardı. Eğer Atatürk konuyu tekrar açıp, sormazsa, bu İsmet’e “…o meseleyi sen de unut…” anlamına gelirdi… Menemen konusunda da öyle olmuştu… Konu kapandı.
Atatürk’ün sabaha karşı bütün bunları İsmet Paşa’ya yeniden hatırlatması için elbette kendince haklı bir nedeni vardı. Yoksa mesele, kimilerinin sandığı gibi 100 kişinin Bursa’da toplanıp, rastgele bağırıp çağırıp sonra da dağılmasından ibaret, basit bir mesele olsaydı, o zaman iki “devrimcinin” sabahın ayazında, kör bir istasyonda buluşup, bir kompartmana çekilip sabaha kadar tartıştıkları ne olaydı ki?
Türkçe Ezan…
Dışarda gün hafif hafif ışıyor, Bilecik’e yaklaşıyorlardı. Atatürk, nihayet asıl konuya gelebilmişti. Kendisini en çok endişeye sevkeden meseleye: Ezanın Türkçe okunması meselesine.
Geçen yıl tam da bu günlerde çok cesur bir karar daha almıştı. Verdiği talimat üzerine 23 Ocak 1932 günü Riyaset-i Cumhur İncesaz Heyeti Şefi Binbaşı Hafız Yaşar (Okur), İstanbul’da Karaköy’deki Yer altı Camii’nde Cuma namazından sonra ilk kez Yasin Suresi’ni önce Arapça, sonra Türkçe okumuştu.
Yer yerinden oynamıştı ama Hükümet en ufak bir zaaf göstermemiş, uygulama sürüyordu. Aradan sadece 10 gün kadar geçmişti. 3 Şubat 1932 günü Kadir gecesiydi. Ayasofya’da yatsı namazından sonra aralarında bir çok tanınmış hafızın bulunduğu Mevlidhan Heyeti, önce Mevlid ve arkasından Kur’an okumuşlardı…Türkçe olarak…
Radyodan yapılan canlı yayın bütün ülkede büyük yankı yapmıştı. Ankara’da Atatürk heykelinin yanına monte edilen hoparlörden de halka dinletilen bu yayını, Ankaralılar, kar altında dinlemişlerdi. Türkçe Kur’an değişik İslâm ülkelerinden de değişik tepkiler almıştı. Kimi çevreler bunu “dinsizlik” olarak değerlendirirken, bazıları da olumlu karşılamıştı. İki gün sonra da, 5 Şubat’ta Süleymaniye Camii’nde ilk Türkçe “hutbe” okunmuştu.
Yoksa, rövanş mı?
Aradan tamı tamına bir yıl geçmişti. İşte bugün de 5 Şubat’tı. Bursa olaylarını İzmir’de haber aldığında ise 3 Şubat. Acaba tam da bu yıldönümü günlerinde geçen yılki bir şeylerin rövanşı mı alınıyordu? Bu olaylar bir rastlantı mıydı, yoksa organize olmuş bir takım çevreler Cumhuriyet’e bir mesaj mı vermek istiyorlardı? Atatürk’ün olayın üzerine hızla gitmesini sağlayan sebep buydu. Başbakanını yanına almış, İçişleri Bakanı ile Adalet Bakanını da Bursa’ya çağırtmış, devrimi yapan adam, yaptığı devrime sahip çıkıyordu.
Sabah saat 05.00’te Bileciğe geldiler. Burada trenden inildi, bekleyen otomobillere binildi ve saat 09.30’da olay mahalline, hızla Bursa’ya geldi. Doğru Vilayet’e gidip olaya el koydu. Meseleyi kavramıştı. Olay, korktuğu ölçüde planlı, örgütlü bir olay değildi. Buna rağmen, sayıları az da olsa birilerinin Cumhuriyet’e hesap sorarcasına Vilayete gelip taşkınlık yapmalarına görevlilerin sessiz kalışını kabul edemiyordu. Bu eylem Cumhuriyet yasasına aykırıydı, buna karşın kimse tutuklanmamıştı. Derhal Savcı, Hakim ve Müftü’yü görevden aldı.
Ertesi gün 6 Şubat. O gün İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Adalet Bakanı Yusuf Kemal Tengirşek de Bursa’ya geldiler. Anadolu Ajansı’na resmî demecini verdi:
Resmî Demeç…
“…Bursa’ya geldim. Olay hakkında ilgililerden bilgi aldım. Olay aslında fazla önemi haiz değildir. Herhalde mürteciler Cumhuriyet Adliyesi’nin pençesinden kurtulamayacaktır. Olaya dikkatimizi bilhassa çevirmemizin sebebi, dinî siyaset ve herhangi bir tahrike vesile etmeye asla müsamaha etmeyeceğimizin bir daha anlaşılmasıdır. Meselenin mahiyeti esasen din değil, dildir. Kesin olarak bilinmelidir ki, Türk milletinin millî dili ve millî benliği bütün hayatında hâkim ve esas kalacaktır.”
O gün akşam Gül Cemal Vapuruyla İstanbul’a dönecekti. Hareket öncesi Çekirge Köşkü’nde bir yemeğe katılmayı kabul etti. Belliydi ki olayın utancını taşıyan bazı Bursalı yöneticiler, olayı yumuşatıp gönlünü alma çabasındaydılar. Salonda gençler çoğunluktaydı. Masada ise 15 Ocak’tan beri kendisine refakat eden arkadaşları: Kılıç Ali, Saffet Bey, Nuri Conker, Salih Bozok, Hasan Cavit, Sami Bey, Kâzım Bey, Mümtaz Bey, Avni Bey, Şahap Bey ve Ferit Bey.
Seyahatin başında ve İzmir’e kadarki bölümünde Celal Bayar da heyetin içindedir ama Bayar Afyon’da gruptan ayrılmış, bu kez Antalya’dan gelen İsmet Paşa heyete katılmıştır ve şimdi de masada Atatürk’ün sağında, her zamanki yerindedir. Ayrıca Bursa’ya bugün gelen vekiller, Şükrü Kaya ve Yusuf kemal Tengirşek de elbette masadaydılar.
Konuşulan konu günün konusuydu: İrtica ve devrimler.
Gençlerden biri…
Gençlerden biri ”…Bursa Gençliği olayı hemen bastıracaktı, fakat zabıtaya ve adliyeye olan güveninden ötürü…”demeye kalktı, olanlar oldu… Atatürk elinden çatalı, bıçağı bıraktı, arkadaşları vücut dilinden fırtınanın yakın olduğunu anlamışlar, onlar da yemeğe ara vermişlerdi; gözlerini gence dikti ve adeta gürleyerek, sonradan “Bursa Nutku” olarak bilinen sözleri bir çırpıda söyleyiverdi.
Sofrada soluk alınmıyordu. Herkes pürdikkat Atatürk’ü dinliyordu. Bir devlet başkanı olarak öyle noktalara değinmişti ki, yarın bu söylediklerine kendisi de hedef olabilirdi ama bundan kaygı duymuyordu, yeter ki Gençlik beklediği gençlik olsun. İşte ancak o zaman Cumhuriyet’in sonsuza değin emin ellerde olacağına inanıyordu ve işte bu nokta O’nu rahatlatıyordu. Gençliğe sonsuz kredi tanıyordu.
Çok ileriki yıllarda değerli bir akademisyen, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, bu konuda şöyle yazacaktır: “… Tarihte bu sözleri söyleyebilen bir başka devrimci çıkmış mıdır? Başında bulunduğu devletin bile zaaf içinde olabileceğini düşünen, geleceğin siyasal iktidarlarından kuşkulanabilen ama gençliğe böylesine sınırsız bir güven besleyen, böylesine “çek veren”, gençliği böylesine “son çare” olarak gören bir devrimci yoktur. Ve Atatürk, hem gelecek iktidarlar, hem de gençlik konusunda yanılmamıştır.”
Sofrada not alınmadı…
Atatürk konuşurken sofradakiler not almamışlardı. Nutkun metni o yüzden Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri arasında yoktur. Ama bu da söylenmediği anlamına gelmez. Uzun yıllardır Atatürk’ün sofrasında İsmet Paşa’nın uygulattığı bir sistem vardı: Sofrada konuşulan sofrada kalırdı. Hele sofrada içki servisi varsa. Aksine durumlarda bu (yani not tutulabileceği) baştan belirtilirdi ve o zaman isteyen herkes not tutabilirdi.
Hiçbir memleket meselesinin görüşüldüğü sofrada içki içilmemişti. Bu da sofranın yazılı olmayan kurallarındandı. Sofranın konusunu belirleyen Atatürk olduğu için, misafirler daha yerlerini alırken garson Cemal Granda’nın da, Şefgarson İbrahim’in de gözü Atatürk’te olurdu.
“-İçki servisi yapılsın…” talimatı verilmişse, gecenin biraz daha sakin geçeceği anlaşılırdı.
Oturma düzeninde de bir disiplin vardı. Atatürk’ün sağ başındaki koltuk, İsmet Paşa’nındı. Mareşal sofrada konuksa, hiçbir şekilde sofraya içki servisi yapılmaz ve sağ başta Fevzi Çakmak, bu takdirde sol başta İsmet Paşa otururlardı. Atatürk Mareşale daima” hocam” diye hitap eder ve yemek sonrasında Atatürk bir tek Mareşali dış kapıda arabasına kadar gelerek yolcu eder, ona büyük saygı gösterirdi. Bu, Genelkurmay Başkanı’na özel saygı, Atatürk’ün yaşam biçimiydi. Onun için, tek bir istisnasız, yaşamı boyunca bu saygıyı hep gösterdi.
Genelkurmay Başkanı’na Saygı…
Mareşal Çakmak Genelkurmay Başkanı, Atatürk ise Cumhurbaşkanı, yani cumhurun başı, devletin başı. Uzun yıllar İnönü de Başbakan. Genelkurmay Başkanı anayasal bir kurum olarak hep onlara bağlı. Ama aralarındaki ilişkinin düzeyi buydu ve benzer düzeyi bütün başbakanlar gözetmek zorunda kalmışlardır. Çünkü onların hepsi Atatürk’ün “rahle-i tedrisi”nden (eğitiminden) geçmişlerdi. Şimdiki siyasilerimizin her birinin bir aslan kesilip, kimi satılmış basının satılmış yazarlarıyla kolkola, gerici tarikat-cemaat taifesinin koruması altında, Genelkurmay Başkanlığını hedef alarak, üstelik bunu güya “sivil yönetim” ve “demokrasi” gibi yüce amaçlar için yapıyor pozuna bürünerek sürdürdükleri iğrenç kampanya var ya!...İnsan Atatürk dönemine bakıyor da, gerçek devlet adamlığının ne kadar farklı bir şey olduğunu o zaman bir kez daha anlıyor.
Biz sofraya dönelim:
Eğer Atatürk, topluma bir mesaj verecekse, o konuşma mutlaka not edilir ve gözden geçirildikten sonra gitmesi gereken yere gönderilirdi. Anadolu Ajansı’na verdiği demeçler böyledir. Gazetecilere demeç veriyorsa, söyleyeceğini doğrudan söyler ama özellikle dış politika konusunda gazetelere makale göndermişse, zaman zaman gönderdiklerini ertesi gün tekrar gözden geçirip, düzeltmeler yaptığı görülür. O yüzden baskıya girmezden önce hep bir son kontrol söz konusudur ve bu konularda Falih Rıfkı (Atay) frenleyicisi ve yardımcısıdır.
Hatay Meselesi konusunda Kurun Gazetesi’nde, gazetenin başyazarı Tarık Us imzasını kullanarak yazdığı on dört makalede kullandığı üslup son derece kırıcı ve agresivdir ve bunlarda daha çok bizzat hükümeti yani İnönü’yü eleştirmektedir ama bu Fransa’ya karşı sürdürdüğü bir taktiktir.
Sofrada mutlaka kara tahta ve her misafir sandalyesinin önünde not tutmak için bir kalem ve bir defter bulunur. Konuşulanlar not edilsin diye. Ama bir konuşma masada kalacaksa, bu da açıkça belirtilir, o zaman not tutmak da yoktur.
Bursa Nutkunun Metni Elbette Atatürk’ün…
Bursa’da Çekirge Köşkün’de yaptığı konuşma, topluma verdiği resmî bir demeç değildir. O, resmî demecini sabahleyin Anadolu Ajansı muhabirine vermiştir. Sofradaki olay spontane olarak gelişmiş, bir gencin bir açıklaması üzerine, o an içinden geçenleri samimi olarak seslendirmiştir, hepsi o kadar. Ama bunları bağıra bağıra, orada bulunanların gözlerinin içine baka baka söylemiştir. Bunda en ufak bir kuşku yoktur. Sürmekte olan devrimler konusunda kaygıları vardır. Bu uzun yurtiçi gezilerinin de maksadı budur. Bursa’ya da başbakanını, bakanlarını alıp, piknik yapmaya elbette gelmemiştir. Eğer o gün o genç o konuşmayı yapmasaydı da Atatürk, bir fırsatını gene yaratıp buna benzer bir konuşmayı gene yapacaktı, zira bu uyarıları yapmak gereğini uzun zamandır duymaktadır.
Atatürk konuşurken, kimse kelimesi kelimesine o anda kayıt tutmadı ama daha sonra sofradakiler, mealen bu metni ortaya çıkardılar. Nitekim ilerde Bornova Savcısı’nın başvurusu üzerine Türk Tarih Kurumu Yönetim Kurulu, bu metnin mealen Atatürk’e ait olduğunu “oybirliği” ile onaylayacaktır.
Bursa Nutku, resmî bir demeç olmadığı için,” Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” arasında yer almaz. Kimi aydın ve yazar, olayın sadece bu tarafına bakarak, bu metnin Atatürk’e ait olamayacağını savunurlar, yanlıştır. Çünkü Atatürk tarafından söylendiği açıkça bilinen yüzlerce söylem daha vardır ki, bunlar da Söylev ve Demeçleri arasında yer almazlar. Oralarda yer almaması, söylenmediği anlamına gelmez.
Oysa Bursa Nutku’nun Atatürk tarafından söylendiği’nin en büyük iki kanıtı vardır:
1. Üslup.
Bursa Nutku’ndaki üslubu alın 10. Yıl Nutkunun yanına koyun. Sonra da 6 gün boyunca, ayakta, 36 saat 33 dakika boyunca okuduğu Büyük Nutuk’taki “Gençliğe Hitabı” ile kıyaslayın.
Üslup ve verilen mesaj aynıdır. Bunda en ufak kuşkunuz var mı? Olamaz. O zaman?... Gençliğe Hitabında, gelecekte bu ülkeyi yönetecek devlet adamlarının bile kimi zaman ihanetle anılabilir tutum ve davranış içinde olabileceklerine işaretle, o durumda da Gençliği rejimin bekçisi olmakla görevlendiren devrimci bir lider, neden Bursa Nutku’nda işaret ettiği noktaları , kimilerine göre, söylememiş olsun…Bunun bir mantığı var mı? Mesele hiç de karmaşık olmayan, son derecede açık bir konudur: Rejim, yani Cumhuriyet ve Devrimler tehlikede mi, Gençlik Görev Başına…
2. İçerik.
Atatürk’ün Bursa Nutku’nun içeriğini alın, O’nun “Gençliğe Hitabı” ile kıyaslayın. Atatürk’ün geleceğe yönelik tek kaygısının bir gün devrimlerin ve Cumhuriyet’in baltalanabileceği riski ve irtica olduğunu görürsünüz. Bunu da açıkça dile getirir ve Gençliği bu konuda hem uyarır hem görevlendirir. Bunda da en ufak bir kuşku yoktur.
Daha Cumhuriyet dört yaşındayken, 1927’de, bütün dünyanın önünde Türk Gençliği’ne hitap ederken, söylediklerine bir bakın: Cumhuriyet ve devrimler gençliğin en büyük “ hazinesi”dir, Atatürk buna değinir ve hemen arkasından uyarısını yapar:
“…seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici bedhahların (sapkınların) olacaktır…bütün bu şeraitten (koşullardan) daha elîm (acı) ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hiyanet içinde olabilirler…hatta bu iktidar sahipleri , şahsî menfaatlarını müstevlilerin (işgalcilerin) siyasî emelleriyle tevhid edebilirler… (birleştirebilirler)”
Gençliği Teröre mi itiyor?
Atatürk’ün bu sözleri söylemiş olduğuna şüphemiz var mı? Yok!... Çünkü bunlar 787 sayfalık Büyük Nutuk’un içinde beş dilde yazılmış olarak duruyor. O zaman Büyük Nutuk’ ta bunları söyleyen bir devrimci, Bursa Nutku’nu niye söylememiş olsun?
Buna verilen yanıt genelde şudur: “Bursa Nutku’nun metni gençliği kendi yönetimine, kendi devletine karşı gelmeye, düzeni bozmaya, terör yapmaya teşvik ediyor. Atatürk böyle bir şey istemiş olamaz. Çünkü o daima hukuktan ve düzenden yana olmuştur. O nedenle bu metin uydurmadır…”
Aşağı yukarı söylenen budur. Şimdi bu görüşün analizini yapalım:
Atatürk, Bursa Nutkunda çizdiği tablo kendi yönetiminde de olsa, Gençliğin aynı şekilde tepki göstermesini istiyor ve ister. Bunun en kesin kanıtı, Atatürk’ün, kendi kurduğu CHP karşısında, kendi yönetimine karşı bir muhalefet partisi kurulabilmesi için samimi olarak gösterdiği çabadır.
Atatürk, Bursa Nutkuyla Türk Genci’ne ne zaman ve hangi durumda taşla, sopayla, elinde ne varsa onunla eyleme geçmesini söylüyor? O noktaya bir daha bakalım:
“Türk Genci devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı gördüğü an…” diyerek sınırı çiziyor.
Demek ki Atatürk Türk Gencinin her vesileyle taşa sopaya sarılmasını istemiyor, onu bu yolda yönlendirmiyor. Sadece Cumhuriyetin ve devrimlerin tehlikeye düştüğü anda, bir başkalarının müdahalesini beklemeden devrimleri korumasını istiyor. Ne var bunda? Bu satırlar tam da devrimci Mustafa Kemal’in ruhunu, bu vatanın temeli olan “kuvva-i milliye” nin ruhunu yansıtıyor.
Tekrar Bursa’ya dönelim: Atatürk ve beraberindekiler o gün akşam Gemlik’e geçip, sonra da Gülcemal Vapuruyla İstanbul’a dönüyor. Bir süre sonra da olay unutuluyor çünkü Bursa Nutku zaten içeriği itibariyle her yerde ve fırsatta tekrarlanabilecek bir nutuk değil. Söylenmesi için, söylenmesini gerektirecek koşulların oluşması gerekli. Durup dururken niye okunsun?
Ve aradan yıllar geçiyor.
Sonrası…
· Nutuk, 1935 yılı yayını bir dergide görünüyor.
· Uzunca bir aradan sonra, ilk kez yeniden 1947 yılında Rıza Ruşen Yücer’in “Atatürk’e Ait Birkaç Fıkra ve Hatıra” adlı kitapta yer alıyor.
· İki yıl sonra, bu kez 1949 yılında, “İzmir II. D.P. Büyük Kongresi”’nde Celal Bayar tarafından okutuluyor. Nutku okutarak verilmek istenen mesaj: “Gerici CHP’yi madem yargı durduramıyor, Gençlik durdursun…” mesajıdır.
· 1958 yılında, CHP’nin resmî yayın organı olan Ulus Gazetesi Nutku yayınlar. Bununla CHP, “…Demokrat Parti’nin rejim için bir ‘tehdit’ oluşturduğu” fikrini işlemekte, “Gençlik, iktidara rağmen, kanun-nizam dinlemeden, rejimi korumak adına, idareye el koyacaktır” görüşüne yer vermektedir.
Tartışma uzar. Cumhuriyet Savcısı Ulus Gazetesi için soruşturma açar. Sonunda “takipsizlik “ kararı verilir.
Konu mahkemelik…
· Bornova Asliye Hukuk Hakimliği, böyle bir nutkun var olup olmadığının tespiti için
27 Eylül 1966 tarih ve 1966/338 sayılı yazı ve bu yazıya ekli Bursa Nutku metnini Türk Tarih Kurumu’na gönderip, görüş ister.
Bunun üzerine toplanan TTK Yönetim Kurulu aşağıdaki kararı alıyor:
“ Türk Tarih Kurumu Yönetim Kurulu’nun 24 Ekim 1966 tarihli toplantısında Bornova Asliye Hukuk Hakimliği’nin 27/9/1966 tarih ve 1966/338 sayılı yazısı ve bu yazıya ekli Atatürk’ün Bursa Nutku ile ilgili sözleri üzerine gerekli incelemeler yapılmıştır. Bu incelemeler sonucunda bu sözlerin Atatürk’ün 1933 Şubat’ında Bursa’da yaptığı konuşmadan mealen alınmak suretiyle çeşitli tarihlerde basılmış olduğu kanaatine oybirliğiyle varılmıştır.”
Böylece, Nutkun varlığını, bu konuda yorum yapabilecek en yetkin kurum olan Türk Tarih Kurumu da onaylamış oluyor.
Konu Ağır Ceza Mahkemesi’nde…
· Nihayet konu Ağır Ceza Mahkemelik oluyor.
1975 yılında, Cafer Tanrıverdi adlı vatandaş, kim bilir kime veya neden bozulmuş, Kayseri de Nutku bastırıp, dağıtıyor.
Yapılan şikâyet üzerine, Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kovuşturma yürütülürken, mahkeme bilirkişiye başvuruyor ve bunun üzerine, dönemin Türk tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Enver Ziya Karal ve Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sami N. Özerdim, mahkemeye bu metnin Atatürk’e ait olduğunu gösterir bilgi ve belge sunuyor.
Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesi bunun üzerine Bursa Nutku’nun Atatürk’e ait olduğunu onaylıyor. Bu mahkeme kararından sonradır ki, Bursa Nutku okunur, söylenir, dağıtılır ve asılır hale geliyor.
SONUÇ:
“Bursa Nutku” vardır ve Atatürk bu nutku tam da bu günler için söylemiştir.
-- Murat BinZET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder