31 Temmuz 2009 Cuma

Çocuklar Arasındaki Fark

FETHULLAH'IN ÇOCUKLARI

İKİNCİ CUMHURİYETÇİLERİN
ÇOCUKLARI



MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARI



PENSİLVANYA'DAN EMİR ALIR

WASHİNGTON'DAN VE BRÜKSEL'DEN EMİR ALIR

EMİR ALMAZ, DÜŞÜNÜR

YÖNÜ DOĞUYA DOĞRUDUR

YÖNÜ PARAYA DOĞRUDUR

YÖNÜ MUASIR MEDENİYET SEVİYESİNE DOĞRUDUR

LAİKLİKTEN KORKAR

LAİKLİĞİ BİLMEZ

LAİKLİĞE BAĞLIDIR

ARAPLARA ÖZENİR

AVRUPALIYA ÖZENİR

KİMSEYE ÖZENMEZ, KENDİ İNSANINI SEVER

FEHMİ KORU, M. TÜRKÖNE N. ILICAK OKUR

ALTAN KARDEŞLERİ OKUR

BALBAY, ÖZDİL, COŞKUN OKUR. Ama Kendi muhakemesini kendi yapar.

SİNSİDİR

YALAKADIR

DÜRÜSTTÜR

ÜMMETÇİLİĞE İNANIR

KÜRESELLEŞMEYE İNANIR

ULUS DEVLETE İNANIR

FAİZSİZ BANKALARI KULLANIR

YABANCI ORTAKLI BANKALARI KULLANIR

KAMU BANKALARI VE YABANCI ORTAĞI OLMAYAN BANKALARI KULLANIR

TARİKATÇILIK ESASTIR

KARAKTERSİZLİK ESASTIR

LİYAKAT ESASTIR

TÜRBANA DİNİN TEMELİ OLARAK BAKAR

TÜRBANA RANT KAPISI OLARAK BAKAR

TÜRBANA BİREYSEL ÖZGÜRLÜK OLARAK BAKAR

CUMHURİYETİN ALTINI OYMAYA ÇALIŞIR

CUMHURİYETİ SATMAYA ÇALIŞIR

CUMHURİYETİ ÇOCUKLARININ EMANETİ OLARAK GÖRÜR

DEMOKRASİ BİR ARAÇDIR

DEMOKRASİ BAŞI SIKIŞINCA KAÇACAĞI BİR LİMANDIR

DEMOKRASİ BİR AMAÇDIR

AB SAYESİNDE KENDİ KADROLAŞMASINI VE İCRAATLARINI ÖRTER

AB SAYESİNDE TOPLUM DEĞERLERİNİ YERLE BİR EDER

AB SAYESİNDE BİREYSEL ÖZGÜRLÜKLERİN PEŞİNDEN KOŞAR

KIBRIS GEREKSİZ BİR KARA PARÇASIDIR

KIBRIS GEREĞİNDE PARAYA ÇEVRİLECEK BİR MALDIR

KIBRIS ŞEHİT KANLARI İLE SULANMIŞ BİR VATAN PARÇASIDIR

İKİLİ OYNAR

İKİLİ, ÜÇLÜ, BEŞLİ, NASIL İŞİNE GELİRSE OYNAR

SÖYLEDİĞİNİN VE YAPTIĞININ ARKASINDADIR

ARAPÇA KONUŞMAYA ÇALIŞIR

AMERİKAN AKSANI İLE İNGİLİZCE KONUŞUR

TÜRKÇE KONUŞUR

DEVRİMLERLE TRAVMAYA UĞRAMIŞTIR

DÖNEKLİKTEN BAŞI DÖNMÜŞ, TRAVMAYA UĞRAMIŞTIR

BU ÜLKEYİ PARÇALAMAYA ÇALIŞANLARI GÖRDÜKÇE TRAVMAYA UĞRAR, Eliyle diliyle müdahale eder

YEŞİL BAYRAK PEŞİNDE KOŞAR

YEŞİL DOLARLAR PEŞİNDE KOŞAR

KANKIRMIZI BAYRAĞIMIZ İÇİN YAŞAR

30 Temmuz 2009 Perşembe

Şişe geçirilmeye hazır olalım

Kemal Öztürk



Basbakanlik'in yeni Basin Müsaviri, Kanal-7 kökenli Kemal Öztürk
oldu.

Peki; adi AKP hakkinda açilan kapatma davasinin iddianamesinde de
geçen Kemal Öztürk kimdir?


***

1969'da Agri'da dogdu. Marmara Üniversitesi Iletisim Fakültesi'ni
bitirdi.

Yazi hayatina 1990 yilinda Iran Devrimi yanlisi bir yayin politikasi
olan Girisim ve Selam isimli dergilerde basladi. Bu Meydan, Imza,
Nehir, Yeni Zemin, Sözlesme, Istanbullu dergilerinde Mir Mahmut Riza
mahlasiyla laiklik karsiti yazilar yazdi.

1995'te muhabir olarak Yeni Safak Gazetesi'ne, 1996'da da belgesel
yapimcisi olarak Kanal-7'ye geçti. Hazirladigi "Ilk Meclis" belgeseli,
laiklik karsiti bulundu ve RTÜK tarafindan yasaklandi.

9. Cumhurbaskani Süleyman Demirel'e hakaretten bir yil hapse mahkûm
oldu.

1999'da Kanal-7'den ayrilarak, dil ve mesleki egitim almak üzere
Amerika'ya gitti.

Daha sonra Bülent Arinç'a danismanlik yapti; ardindan AKP Basin
Bürosu'nda görev aldi.

Nükte Yayinlari'ndan 1994 yilinda çikan ve Mir Mahmut Riza mahlasiyla
yazdigi "Bir Garip Oglanin Hikâyesi" kitabi mahkeme karariyla
toplatildi. Bu kitap yüzünden de bir yil hapis cezasina çarptirildi.

Bakin, yeni Basbakanlik Basin Müsaviri, 15 yil önce yazdigi o kitapta
kahramanlarin agziyla neler diyordu:

***

- "Devlet kimdir? Helvadan yapilmis puttur."

- "En sonunda beni bir numarali terörist yapacak bu pez...nkler,
bütün laikleri bir bir sise geçirecem, ondan sonra anlayacaklar
laikligin faziletlerini. Elin o...pusu bile kalkip 'Ben laikim,
namusumla çalisiyorum, kimse karisamaz' demeye basladi. Ula ben böyle
laikligin..."

- "Bak bizim sahte Müslümanlar nasil bölücülük yapiyorlar. Ben bu
yüzden bu adamlari sallandiralim diyorum. Ayricalik yapanin dinde de
katli vaciptir çünkü. Ama dinleyen yok!"

- "Herkes, sinegin siraya yapistigi gibi laiklige sarilir ama kimse
onun gerçekte ne anlama geldigini bilmez. Ne kadar da utanmazlar.
Rahmetlinin (Atatürk'ü kastediyor) mirasina sahip çikan
mendeburlarin hiçbiri, laikligin ne anlama geldigini ve nereden
geldigini bilmezler."

- "Eskiden Türkler'in yetistirdigi 'marimus öküzü'nün sol arka
bacaginin uyluk yeri ile iskembesinin ayrildigi yerde bir et parçasi
bulunur. Iste tam buraya 'laik' denir. Vee bugün kullandigimiz
kelimenin de asli buradan gelmektedir."


***

Iste; Basbakan'in yeni Basin Müsaviri böyle biri!

Eminim ki o da, "Canim ben de Sayin Basbakanimiz gibi degistim, öyle
düsündügüm günler geride kaldi" diyecektir!

Iyi de Basbakan; hep geçmiste laiklige küfreden adamlari bulup da
böyle kritik görevlere getirmek zorunda mi?


Kemal Öztürk

Bilin Bakalım Bu Ülke Neresi?

*Bu ülkede ezan okunurken mutlaka durup dinlersiniz.Zira hiçbir minarede sonuna kadar açılmış , yarısıda patlak hoparlörler yoktur. Müezzin şerefeye kadar zahmet edip çıkar ve oradan okur.Ve gerçekten çok güzel okur,herkeste dinler.

*Caminin 5-10 metre ilerisinde ki bir kafede yada barda istediğiniz alkollü içkiyi içebilirsiniz.Kimse ,olmaz ! burası camiye 100 metreden yakın, ruhsat verilmez falan demez.

*Kadınlar yasalar önünde gerçekten birinci sınıf vatandaştır.Mirasta kız çocukları daha önde tutulur.Kadın istemediği sürece boşanmak çok zordur. En çarpıcı fark da şudur: Bir kadına arabınızla çarpıp yaralarsanız alacağınız ceza ,erkeği yaraladığınız zaman alacağınız cezadan yaklaşık % 50 daha fazladır.

*Çöldeki bedevi bile şakır şakır Fransızca konuşur.

*Çölde LandRover la bizi safariye götüren şoför, dümdüz ve kaymak gibi bir asfalt yolda günlerce , saatte 60 km. hızın üstüne çıkmayarak beni deli etmişti.

*Ne tarihi dokuları , ne de cennet gibi bir doğaları var . Aslında ,yılan, akrep ve çölden başka hiçbir şeyleri yok.Ama Şubatta da Mayıs ayında da, her taraf turist kaynıyor. çok daha fazla.

*Etrafta bir tane bile maganda göremezsiniz.

*Zeytin ağacı ve zeytin üretimi neredeyse bizim kadardır.Ülke büyüklüğü bizimkinin BEŞTE BİRİ. Nüfusu da yaklaşık SEKİZDE BİRİ !!!

BU ÜLKEYİ TANIYORMUSUNUZ ?

1- Halkı % 100 müslüman.

2- Cumhurbaşkanını halk, başbakanı parlemento seçiyor.

3- Nüfusu 9 milyon. Ülkede 35 üniversite, 80 kolej var. Her branşta eğitim veriyorlar.

İlkokul birinci sınıftan, master veya doktoraya kadar tüm eğitim ücretsiz.

4- Aile planlaması yasası, 1956 yılında hazırlanmış.

5- Bu yasa gereğince her aile 3 ten fazla çocuk yapamıyor.

6- Resmi nikah, tek geçerli aile sistemi. İmam nikahlı ikinci eş yasalarla yasaklanmış.

7- Ülke, çevre değerlerini yasalarla kabul ettiğinden her yer tertemiz. Çünkü çevreyi kirletenler hapis cezası ile cezalandırılıyor.

8- Ülkede fakir yok.

9- 800 gr ekmeğin fiyatı 30 kr.

10-Bir kg dana bifteği 13 tl

11-Bu ziraat ülkesinin ihracat malları zeytinyağı,tahı llar,portakal, limon . ton balığı.

12-İthalat çok yüksek vergilere tabi.

13-Türban resmi daireler ve eğitim kurumlarında yasak ancak sosyal yaşamda serbest.

14-Her vatandaş, devletin tüm kurumlarına ve çalışanlarına büyük saygı duyuyor..

15-Turisti mutlu etmek için, golf sahaları, buz pateni salonları, turistik otelleri ve casino'ları mevcut.

16-Yılda bir kez ağaç festivali düzenleniyor. Her vatandaş bu festival sırasında bir ağaç dikiyor.

17-Yılda bir kez dağa tırmanma festivali düzenleniyor. Hemen hemen her ülkeden bu ülkedeki

boynuz dağına tırmanmak için turistler akın ediyor.

18-Ülkede 60 milyon zeytin, 3.5 milyon portakal ve 800 bin adet limon ağacı var.

19-Kadınlar, yüksek tahsilli ve işgücünde yerlerini almışlar.

20-Din ve devlet işleri tamamen birbirinden ayrı. Tam bir laiklik abidesi.

21-Başkentin ana caddesinde kocaman posterde, bir kadın polisin 3

çocuklu bir hanımı trafikte yönlendirilişi gözüküyor.

22-Bu posterin altında şöyle yazıyor.''Ülkemizdeki işkadınları,

sokak düzenimizi sağlamakta baş etkendir.

23-Her öğrencinin birinci lisanı arapça, ikinci mecburi lisanı

fransızca dır. Bunun haricinde isteyenlere 5 yıl ingilizce eğitimi veriliyor.

24-Ülkenin dış borç gibi bir derdi yok.

25-Her taraf çiçek çimen ve ağaçlarla süslenmiş..Bunları koparan,

yolan, sertifikasız ağaç budayan herkese hapis cezası veriliyor.

26-Yan sokaktan gelen araba olmadığından emin olan taksi şoförleri

bile STOP yazılı levhada mutlaka duruyorlar.

27-Sokaklarda gezen bir tek başıboş kedi veya köpek yok

28-Bir şoförün aylığı 400 dolar.Bunun dörtte birini kiraya veriyor.

Ayrıca en az % 12 si vergi ve sigortaya gidiyor eşi de çalışıyor.

29-Buranın insanları ülkeleriyle gurur duyduklarını söylüyorlar.

30-Toplu taşıma tramvay, tren, dolmuş, otobüs, taksi ve feribotlarla yapılıyor.

31-Emeklilik yaşı 60 olarak belirlenmiş. Her vatandaş vergisini vermekle gurur duyuyor.

32-60 bin kişilik üstü kapalı futbol stadyumları var.

33-Devlette hortumculuk varsa bile, şimdiye kadar hiç duyulmamış ve görülmemiş.

34-İthalattan çok yerli üretime önem veriliyor.

35-Kentlerdeki duvarlarda sanatçıların yaptığı, bizde bazı çevrelerin '' müstehcen''

bulma ihtimali olan kadın resimleri yer alıyor.

36-Art deko tarzı süslü mimariyi yansıtan eski binalar çok iyi korunmuş durumda.

37-Siyasette 4 parti var.Bu yıl yapılacak başkanlık seçimine 2 aday

katılacak. Hükümette 24 bakan var.

38-Hafta sonu cumartesi ve pazar günleri olarak kabul edilmiş.

39-Bizim paramız dış ülkelerde geçerli olmadıkça kendimizi yeterince

kalkınmış hissetmeyiz diyorlar.

40-Halk sürekli çalışıyor ve üretiyor. Lüks ve ihtiras peşinde olan yok. Kazanç

''eşitlikçi'' bir biçimde paylaşılıyor. Bu apaçık belli oluyor.

Bu ülkenin adı TUNUS. Hani örnek aranıyor ya? Türkiye, Mısır falan deniyor ya?

Neden kimsenin aklına Tunus gelmiyor.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

ATATÜRK'ÜN BURSA NUTKU.


Dr. Orhan Çekiç

Atatürk’ün “Bursa Nutku” gerçekten var mı, yoksa bu bir fanteziden mi ibaret?

Neden bazı çevreler ilk günden beri bu nutka şiddetle karşı çıkarken,

kimi çevreler aynı şiddetle savunur?

Ağır Ceza Mahkemelerinde bile sorgulanan bu nutuk, eğer gerçekten Atatürk tarafından söylenmişse, neden o zaman “Söylev ve Demeçleri” arasında yer almıyor?

İyi ama her söylediği zaten orada kayıtlı mı ki?

Bu yazının sonunda mutlaka bir fikriniz olacak ve kararı da siz vereceksiniz…

İzmirdeydi…

Haberi aldığında İzmir’deydi. Yorucu bir gün geçirmişti. O gün Buca’ya gitmişler, dönüşte İzmir Millî Kütüphanesini gezmiş, kitapları incelemiş, kütüphane hakkında bilgi almıştı. Bankaları, arkasından İncir Kooperatifi’ni ziyaret etmişti. Akşam CHP’nin Karşıyaka’da vereceği baloya katılacaktı ki… Bursa’daki olayı duydu.

Vali Bey, olayın pek de büyütülecek bir yanı olmadığını anlatmaya çalışıyordu:

“…İki gün önce, 1 Şubat Çarşamba günü, Bursa Ulu Cami’den çıkan 100 kadar kişi, ‘ Ezan her yerde Arapça okunurken, neden bir tek Bursa’da Türkçe okunuyor? ‘ diye bağırışarak Müftülüğe doğru yürüyüşe geçmişler. Meraklıların da katılımıyla kalabalık giderek büyümüş. Müftü, bu konuda talimat alındığını, Ezanın yalnız Bursa’da değil, her yerde Türkçe okunduğunu, asıl yanıtı Vali’nin verebileceğini söyleyince de, kalabalık Hükümet Konağı’na yürümüş. Makamında olmayan Vali’yi beklerlerken merdivenlere oturmuşlar, sonra da polisin müdahalesiyle, bir olay çıkmaksızın dağılmışlar.”

Vali’yi dikkatle dinliyordu. Sonra yüz hatları gerildi… çelik gibi bir ses tonuyla talimatını verdi:

-“ Başvekil Paşayla temas kurun, bana Afyon’da katılsın! Tren hazırlansın, bu gece Bursa’ya hareket ediyoruz. Balo’ya gitmeyeceğim, ama balo yapılsın.”

Hava birden değişmiş, ortalık buz kesmişti. Antalya’da bulunan İsmet Paşa’ya talimat iletildi ve sabaha karşı 03.30’da Atatürk beraberindekilerle İzmir’den Afyon’a doğru yola çıktı.

Hedef Bursaydı.

Oysa, daha iki hafta önce gene Bursa’daydı. (17.1.1933). Çok sevdiği ve sık geldiği Bursa’da her zamanki gibi Valiliği, Belediyeyi, Komutanlığı ziyaret etmiş, şehirde tetkiklerde bulunmuş, son gün de İpekiş Dokuma Fabrikasını gezmişti. Hatıra defterine yazdıklarında içtendi.

”…İpekiş Fabrikası’nda gördüklerimden çok sevinç duydum”.

Nerede bir fabrika açsa, çocuklar gibi şenlenir, mutlu olurdu. Çünkü fabrika demek, üretim demek, kalkınma demek, teknoloji demek, istihdam demekti, iş-aş demekti…

Ama bu kez bu ani gidişinden hiç de mutlu olmadığı yüz ifadesinden belliydi. 15 Ocak’tan beri seyahat halindeydi. Önce Bursa’ya gelmiş, sonra Bandırma, Balıkesir, Kütahya, Afyon ve Konya’yı ziyaret edip, Adana’ya kadar gitmişti. (25 Ocak). Oradan Gaziantep, sonra tekrar Adana, nihayet Mersin. (28 Ocak 1933). Buradan Gülcemal Vapuruyla Antalya ve İsmet Paşayla buluşma. Daha sonra da Fethiye ve Marmaris üzerinden İzmir. (31 Ocak 1933).

İsmet Paşayla Başbaşa…

Ve işte şimdi de sabaha karşı Afyon’da Başvekil Paşayla baş başaydı. İstasyondaki uğurlama merasimini kısa tuttular ve hemen kompartmanlarına geçtiler. Tren bir an önce Bileciğe varmak ister gibi karanlığın derinliklerinde yoluna hızla devam ederken, Bursa’da olanları giderek hiddetlenen bir ses tonuyla başvekiline anlatmaya başlamıştı bile.

İyi ama, İsmet Paşa’nın bu olaydan haberi elbette vardı fakat doğrusu bu kadar telaş edecek bir olay gibi de görmemişti olanları... Ama Atatürk öyle bir döküm yaptı ki, yılların Başvekil Paşası’nın da çok geçmeden suratı asıldı. Atatürk’ü dinleyince hak verdi, çünkü bir noktayı çok kötü atlamıştı. Aslında herkes atlamıştı. Atatürk hariç…

Tam da memleketin dar bir geçitten geçtiği günlerdi.

Daha birkaç yıl önce, 1928’de, Latin Harflerine geçişle ilgili devrimin ülke için ne kadar da önemli olduğunu kavrayamamış bir yobaz kesim, bu olaya “ Kur’an harflerini terkediş” gözüyle bakarken, bir de Anayasa’dan “…devletin dini islâmdır” hükmünün çıkarılışını duyunca homurdanmalar bütün ülkede iyice yükselmişti. (10 Nisan 1928).

Çabuk atlatmışlar, bu reformun meyvelerini de bir yıl gibi kısa sürede toplamaya başlamışlardı.

Ardından, tam da bu sırada 1929 Dünya Ekonomik Krizi patlamıştı. Bundan Türkiye’nin etkilenmemesi zaten olanak dışıydı. Homurtular daha da yoğunlaştı ama devrim hız kesmeden sürüyordu. Şimdi de “Kadın Hakları” gündemin başındaydı ve Avrupa’nın pek çok ülkesinde bu haklar kadınlara henüz tanınmazken, Belediye seçimlerinden başlayarak Türk kadınının seçme ve seçilme haklarına sahip olmasının yolu açılmıştı. (3 Nisan 1930). “Kadın ancak hamur yoğurur, çocuk doğurur” zihniyetindeki tarikat-cemaat ehli yığınlar, bu gelişmeleri dişlerini gıcırtarak, “la havle…”çekerek izliyorlardı. Bunun farkındaydı. Umursamıyordu ama dikkatliydi.

Normal olarak her ülkede iktidarlar, özellikle bu tür zor koşullardan geçilirken “muhalefet” istemezler. Atatürk, tam aksine, toplumun bir an önce demokrasi kültürüne sahip olabilmesi için, kendi eliyle ve hatta baskısıyla, kendi kurduğu partiye karşı muhalefet yapması için, yakın arkadaşı ve Paris Büyükelçimiz Ali Fethi Okyar’ı bir muhalif parti kurmaya ikna etmişti. Serbest Fırka böyle kurulmuştu. (12 Ağustos 1930). Ne yazık ki bu iyi niyetli girişim, cumhuriyetin o güne kadar getirdiği kazanımların tümünün bir anda yok olması anlamına gelecek şekilde ülkedeki tüm gericilerin bu parti etrafında toplanması nedeniyle, bizzat bu tehlikeyi gören Fethi Bey tarafından kapatılmıştı. (17.11.1930). Bu olay da gösteriyordu ki, pusudaydılar…ve hep tetikte olmak zorunluydu…

Menemen’i Yakın…

Nitekim, korkulan oldu. Aradan bir ay geçmişti ki, “Menemen Olayı” patladı. İzmir’in Menemen ilçesinde Giritli Derviş Mehmedî adlı Nakşibendi Tarikatı’na bağlı bir yobazın önderliğinde bir kalabalık, Belediye Meydanı’nda toplanıp, zikrederek şeriatı ilan ettiklerini duyurmuşlardı. Olaya bir müfreze ile müdahale etmeye çalışan yedek subay Kubilay, boğazı kesilerek şehit edilmişti. Cumhuriyet Hükümeti derhal gereken tedbiri alıp suçluları en ağır şekilde cezalandırmıştı ama, Atatürk günlerce bu olayın etkisinden kurtulamamıştı. Her defasında önündeki tabakta Kubilay’ın kesik başını gördüğü için, günlerce yemekten kesildi, uzun süre et yemeği yiyemedi.

İşte o günlerde ve o kızgınlıkla İsmet Paşa’ya dönüp:

Menemen halkını taşıyın ve Menemen’i yakın. Cumhuriyet’in gelecek nesillerine bir örnek olması için de Menemen’i o yanık haliyle muhafaza edin” emrini vermişti.

İsmet Paşa bu tür emirleri uygulamaz, 48 saat bekletirdi. Buna birlikte karar vermişlerdi. İyi ki de öyle yapardı. Eğer Atatürk konuyu tekrar açıp, sormazsa, bu İsmet’e “…o meseleyi sen de unut…” anlamına gelirdi… Menemen konusunda da öyle olmuştu… Konu kapandı.

Atatürk’ün sabaha karşı bütün bunları İsmet Paşa’ya yeniden hatırlatması için elbette kendince haklı bir nedeni vardı. Yoksa mesele, kimilerinin sandığı gibi 100 kişinin Bursa’da toplanıp, rastgele bağırıp çağırıp sonra da dağılmasından ibaret, basit bir mesele olsaydı, o zaman iki “devrimcinin” sabahın ayazında, kör bir istasyonda buluşup, bir kompartmana çekilip sabaha kadar tartıştıkları ne olaydı ki?

Türkçe Ezan…

Dışarda gün hafif hafif ışıyor, Bilecik’e yaklaşıyorlardı. Atatürk, nihayet asıl konuya gelebilmişti. Kendisini en çok endişeye sevkeden meseleye: Ezanın Türkçe okunması meselesine.

Geçen yıl tam da bu günlerde çok cesur bir karar daha almıştı. Verdiği talimat üzerine 23 Ocak 1932 günü Riyaset-i Cumhur İncesaz Heyeti Şefi Binbaşı Hafız Yaşar (Okur), İstanbul’da Karaköy’deki Yer altı Camii’nde Cuma namazından sonra ilk kez Yasin Suresi’ni önce Arapça, sonra Türkçe okumuştu.

Yer yerinden oynamıştı ama Hükümet en ufak bir zaaf göstermemiş, uygulama sürüyordu. Aradan sadece 10 gün kadar geçmişti. 3 Şubat 1932 günü Kadir gecesiydi. Ayasofya’da yatsı namazından sonra aralarında bir çok tanınmış hafızın bulunduğu Mevlidhan Heyeti, önce Mevlid ve arkasından Kur’an okumuşlardı…Türkçe olarak…

Radyodan yapılan canlı yayın bütün ülkede büyük yankı yapmıştı. Ankara’da Atatürk heykelinin yanına monte edilen hoparlörden de halka dinletilen bu yayını, Ankaralılar, kar altında dinlemişlerdi. Türkçe Kur’an değişik İslâm ülkelerinden de değişik tepkiler almıştı. Kimi çevreler bunu “dinsizlik” olarak değerlendirirken, bazıları da olumlu karşılamıştı. İki gün sonra da, 5 Şubat’ta Süleymaniye Camii’nde ilk Türkçe “hutbe” okunmuştu.

Yoksa, rövanş mı?

Aradan tamı tamına bir yıl geçmişti. İşte bugün de 5 Şubat’tı. Bursa olaylarını İzmir’de haber aldığında ise 3 Şubat. Acaba tam da bu yıldönümü günlerinde geçen yılki bir şeylerin rövanşı mı alınıyordu? Bu olaylar bir rastlantı mıydı, yoksa organize olmuş bir takım çevreler Cumhuriyet’e bir mesaj mı vermek istiyorlardı? Atatürk’ün olayın üzerine hızla gitmesini sağlayan sebep buydu. Başbakanını yanına almış, İçişleri Bakanı ile Adalet Bakanını da Bursa’ya çağırtmış, devrimi yapan adam, yaptığı devrime sahip çıkıyordu.

Sabah saat 05.00’te Bileciğe geldiler. Burada trenden inildi, bekleyen otomobillere binildi ve saat 09.30’da olay mahalline, hızla Bursa’ya geldi. Doğru Vilayet’e gidip olaya el koydu. Meseleyi kavramıştı. Olay, korktuğu ölçüde planlı, örgütlü bir olay değildi. Buna rağmen, sayıları az da olsa birilerinin Cumhuriyet’e hesap sorarcasına Vilayete gelip taşkınlık yapmalarına görevlilerin sessiz kalışını kabul edemiyordu. Bu eylem Cumhuriyet yasasına aykırıydı, buna karşın kimse tutuklanmamıştı. Derhal Savcı, Hakim ve Müftü’yü görevden aldı.

Ertesi gün 6 Şubat. O gün İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Adalet Bakanı Yusuf Kemal Tengirşek de Bursa’ya geldiler. Anadolu Ajansı’na resmî demecini verdi:

Resmî Demeç…

“…Bursa’ya geldim. Olay hakkında ilgililerden bilgi aldım. Olay aslında fazla önemi haiz değildir. Herhalde mürteciler Cumhuriyet Adliyesi’nin pençesinden kurtulamayacaktır. Olaya dikkatimizi bilhassa çevirmemizin sebebi, dinî siyaset ve herhangi bir tahrike vesile etmeye asla müsamaha etmeyeceğimizin bir daha anlaşılmasıdır. Meselenin mahiyeti esasen din değil, dildir. Kesin olarak bilinmelidir ki, Türk milletinin millî dili ve millî benliği bütün hayatında hâkim ve esas kalacaktır.”

O gün akşam Gül Cemal Vapuruyla İstanbul’a dönecekti. Hareket öncesi Çekirge Köşkü’nde bir yemeğe katılmayı kabul etti. Belliydi ki olayın utancını taşıyan bazı Bursalı yöneticiler, olayı yumuşatıp gönlünü alma çabasındaydılar. Salonda gençler çoğunluktaydı. Masada ise 15 Ocak’tan beri kendisine refakat eden arkadaşları: Kılıç Ali, Saffet Bey, Nuri Conker, Salih Bozok, Hasan Cavit, Sami Bey, Kâzım Bey, Mümtaz Bey, Avni Bey, Şahap Bey ve Ferit Bey.

Seyahatin başında ve İzmir’e kadarki bölümünde Celal Bayar da heyetin içindedir ama Bayar Afyon’da gruptan ayrılmış, bu kez Antalya’dan gelen İsmet Paşa heyete katılmıştır ve şimdi de masada Atatürk’ün sağında, her zamanki yerindedir. Ayrıca Bursa’ya bugün gelen vekiller, Şükrü Kaya ve Yusuf kemal Tengirşek de elbette masadaydılar.

Konuşulan konu günün konusuydu: İrtica ve devrimler.

Gençlerden biri…

Gençlerden biri ”…Bursa Gençliği olayı hemen bastıracaktı, fakat zabıtaya ve adliyeye olan güveninden ötürü…”demeye kalktı, olanlar oldu… Atatürk elinden çatalı, bıçağı bıraktı, arkadaşları vücut dilinden fırtınanın yakın olduğunu anlamışlar, onlar da yemeğe ara vermişlerdi; gözlerini gence dikti ve adeta gürleyerek, sonradan “Bursa Nutku” olarak bilinen sözleri bir çırpıda söyleyiverdi.

Sofrada soluk alınmıyordu. Herkes pürdikkat Atatürk’ü dinliyordu. Bir devlet başkanı olarak öyle noktalara değinmişti ki, yarın bu söylediklerine kendisi de hedef olabilirdi ama bundan kaygı duymuyordu, yeter ki Gençlik beklediği gençlik olsun. İşte ancak o zaman Cumhuriyet’in sonsuza değin emin ellerde olacağına inanıyordu ve işte bu nokta O’nu rahatlatıyordu. Gençliğe sonsuz kredi tanıyordu.

Çok ileriki yıllarda değerli bir akademisyen, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, bu konuda şöyle yazacaktır: “… Tarihte bu sözleri söyleyebilen bir başka devrimci çıkmış mıdır? Başında bulunduğu devletin bile zaaf içinde olabileceğini düşünen, geleceğin siyasal iktidarlarından kuşkulanabilen ama gençliğe böylesine sınırsız bir güven besleyen, böylesine “çek veren”, gençliği böylesine “son çare” olarak gören bir devrimci yoktur. Ve Atatürk, hem gelecek iktidarlar, hem de gençlik konusunda yanılmamıştır.”

Sofrada not alınmadı…

Atatürk konuşurken sofradakiler not almamışlardı. Nutkun metni o yüzden Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri arasında yoktur. Ama bu da söylenmediği anlamına gelmez. Uzun yıllardır Atatürk’ün sofrasında İsmet Paşa’nın uygulattığı bir sistem vardı: Sofrada konuşulan sofrada kalırdı. Hele sofrada içki servisi varsa. Aksine durumlarda bu (yani not tutulabileceği) baştan belirtilirdi ve o zaman isteyen herkes not tutabilirdi.

Hiçbir memleket meselesinin görüşüldüğü sofrada içki içilmemişti. Bu da sofranın yazılı olmayan kurallarındandı. Sofranın konusunu belirleyen Atatürk olduğu için, misafirler daha yerlerini alırken garson Cemal Granda’nın da, Şefgarson İbrahim’in de gözü Atatürk’te olurdu.

“-İçki servisi yapılsın…” talimatı verilmişse, gecenin biraz daha sakin geçeceği anlaşılırdı.

Oturma düzeninde de bir disiplin vardı. Atatürk’ün sağ başındaki koltuk, İsmet Paşa’nındı. Mareşal sofrada konuksa, hiçbir şekilde sofraya içki servisi yapılmaz ve sağ başta Fevzi Çakmak, bu takdirde sol başta İsmet Paşa otururlardı. Atatürk Mareşale daima” hocam” diye hitap eder ve yemek sonrasında Atatürk bir tek Mareşali dış kapıda arabasına kadar gelerek yolcu eder, ona büyük saygı gösterirdi. Bu, Genelkurmay Başkanı’na özel saygı, Atatürk’ün yaşam biçimiydi. Onun için, tek bir istisnasız, yaşamı boyunca bu saygıyı hep gösterdi.

Genelkurmay Başkanı’na Saygı…

Mareşal Çakmak Genelkurmay Başkanı, Atatürk ise Cumhurbaşkanı, yani cumhurun başı, devletin başı. Uzun yıllar İnönü de Başbakan. Genelkurmay Başkanı anayasal bir kurum olarak hep onlara bağlı. Ama aralarındaki ilişkinin düzeyi buydu ve benzer düzeyi bütün başbakanlar gözetmek zorunda kalmışlardır. Çünkü onların hepsi Atatürk’ün “rahle-i tedrisi”nden (eğitiminden) geçmişlerdi. Şimdiki siyasilerimizin her birinin bir aslan kesilip, kimi satılmış basının satılmış yazarlarıyla kolkola, gerici tarikat-cemaat taifesinin koruması altında, Genelkurmay Başkanlığını hedef alarak, üstelik bunu güya “sivil yönetim” ve “demokrasi” gibi yüce amaçlar için yapıyor pozuna bürünerek sürdürdükleri iğrenç kampanya var ya!...İnsan Atatürk dönemine bakıyor da, gerçek devlet adamlığının ne kadar farklı bir şey olduğunu o zaman bir kez daha anlıyor.

Biz sofraya dönelim:

Eğer Atatürk, topluma bir mesaj verecekse, o konuşma mutlaka not edilir ve gözden geçirildikten sonra gitmesi gereken yere gönderilirdi. Anadolu Ajansı’na verdiği demeçler böyledir. Gazetecilere demeç veriyorsa, söyleyeceğini doğrudan söyler ama özellikle dış politika konusunda gazetelere makale göndermişse, zaman zaman gönderdiklerini ertesi gün tekrar gözden geçirip, düzeltmeler yaptığı görülür. O yüzden baskıya girmezden önce hep bir son kontrol söz konusudur ve bu konularda Falih Rıfkı (Atay) frenleyicisi ve yardımcısıdır.

Hatay Meselesi konusunda Kurun Gazetesi’nde, gazetenin başyazarı Tarık Us imzasını kullanarak yazdığı on dört makalede kullandığı üslup son derece kırıcı ve agresivdir ve bunlarda daha çok bizzat hükümeti yani İnönü’yü eleştirmektedir ama bu Fransa’ya karşı sürdürdüğü bir taktiktir.

Sofrada mutlaka kara tahta ve her misafir sandalyesinin önünde not tutmak için bir kalem ve bir defter bulunur. Konuşulanlar not edilsin diye. Ama bir konuşma masada kalacaksa, bu da açıkça belirtilir, o zaman not tutmak da yoktur.

Bursa Nutkunun Metni Elbette Atatürk’ün…

Bursa’da Çekirge Köşkün’de yaptığı konuşma, topluma verdiği resmî bir demeç değildir. O, resmî demecini sabahleyin Anadolu Ajansı muhabirine vermiştir. Sofradaki olay spontane olarak gelişmiş, bir gencin bir açıklaması üzerine, o an içinden geçenleri samimi olarak seslendirmiştir, hepsi o kadar. Ama bunları bağıra bağıra, orada bulunanların gözlerinin içine baka baka söylemiştir. Bunda en ufak bir kuşku yoktur. Sürmekte olan devrimler konusunda kaygıları vardır. Bu uzun yurtiçi gezilerinin de maksadı budur. Bursa’ya da başbakanını, bakanlarını alıp, piknik yapmaya elbette gelmemiştir. Eğer o gün o genç o konuşmayı yapmasaydı da Atatürk, bir fırsatını gene yaratıp buna benzer bir konuşmayı gene yapacaktı, zira bu uyarıları yapmak gereğini uzun zamandır duymaktadır.

Atatürk konuşurken, kimse kelimesi kelimesine o anda kayıt tutmadı ama daha sonra sofradakiler, mealen bu metni ortaya çıkardılar. Nitekim ilerde Bornova Savcısı’nın başvurusu üzerine Türk Tarih Kurumu Yönetim Kurulu, bu metnin mealen Atatürk’e ait olduğunu “oybirliği” ile onaylayacaktır.

Bursa Nutku, resmî bir demeç olmadığı için,” Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” arasında yer almaz. Kimi aydın ve yazar, olayın sadece bu tarafına bakarak, bu metnin Atatürk’e ait olamayacağını savunurlar, yanlıştır. Çünkü Atatürk tarafından söylendiği açıkça bilinen yüzlerce söylem daha vardır ki, bunlar da Söylev ve Demeçleri arasında yer almazlar. Oralarda yer almaması, söylenmediği anlamına gelmez.

Oysa Bursa Nutku’nun Atatürk tarafından söylendiği’nin en büyük iki kanıtı vardır:

1. Üslup.

Bursa Nutku’ndaki üslubu alın 10. Yıl Nutkunun yanına koyun. Sonra da 6 gün boyunca, ayakta, 36 saat 33 dakika boyunca okuduğu Büyük Nutuk’taki “Gençliğe Hitabı” ile kıyaslayın.

Üslup ve verilen mesaj aynıdır. Bunda en ufak kuşkunuz var mı? Olamaz. O zaman?... Gençliğe Hitabında, gelecekte bu ülkeyi yönetecek devlet adamlarının bile kimi zaman ihanetle anılabilir tutum ve davranış içinde olabileceklerine işaretle, o durumda da Gençliği rejimin bekçisi olmakla görevlendiren devrimci bir lider, neden Bursa Nutku’nda işaret ettiği noktaları , kimilerine göre, söylememiş olsun…Bunun bir mantığı var mı? Mesele hiç de karmaşık olmayan, son derecede açık bir konudur: Rejim, yani Cumhuriyet ve Devrimler tehlikede mi, Gençlik Görev Başına…

2. İçerik.

Atatürk’ün Bursa Nutku’nun içeriğini alın, O’nun “Gençliğe Hitabı” ile kıyaslayın. Atatürk’ün geleceğe yönelik tek kaygısının bir gün devrimlerin ve Cumhuriyet’in baltalanabileceği riski ve irtica olduğunu görürsünüz. Bunu da açıkça dile getirir ve Gençliği bu konuda hem uyarır hem görevlendirir. Bunda da en ufak bir kuşku yoktur.

Daha Cumhuriyet dört yaşındayken, 1927’de, bütün dünyanın önünde Türk Gençliği’ne hitap ederken, söylediklerine bir bakın: Cumhuriyet ve devrimler gençliğin en büyük “ hazinesi”dir, Atatürk buna değinir ve hemen arkasından uyarısını yapar:

“…seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici bedhahların (sapkınların) olacaktır…bütün bu şeraitten (koşullardan) daha elîm (acı) ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hiyanet içinde olabilirler…hatta bu iktidar sahipleri , şahsî menfaatlarını müstevlilerin (işgalcilerin) siyasî emelleriyle tevhid edebilirler… (birleştirebilirler)”

Gençliği Teröre mi itiyor?

Atatürk’ün bu sözleri söylemiş olduğuna şüphemiz var mı? Yok!... Çünkü bunlar 787 sayfalık Büyük Nutuk’un içinde beş dilde yazılmış olarak duruyor. O zaman Büyük Nutuk’ ta bunları söyleyen bir devrimci, Bursa Nutku’nu niye söylememiş olsun?

Buna verilen yanıt genelde şudur: “Bursa Nutku’nun metni gençliği kendi yönetimine, kendi devletine karşı gelmeye, düzeni bozmaya, terör yapmaya teşvik ediyor. Atatürk böyle bir şey istemiş olamaz. Çünkü o daima hukuktan ve düzenden yana olmuştur. O nedenle bu metin uydurmadır…”

Aşağı yukarı söylenen budur. Şimdi bu görüşün analizini yapalım:

Atatürk, Bursa Nutkunda çizdiği tablo kendi yönetiminde de olsa, Gençliğin aynı şekilde tepki göstermesini istiyor ve ister. Bunun en kesin kanıtı, Atatürk’ün, kendi kurduğu CHP karşısında, kendi yönetimine karşı bir muhalefet partisi kurulabilmesi için samimi olarak gösterdiği çabadır.

Atatürk, Bursa Nutkuyla Türk Genci’ne ne zaman ve hangi durumda taşla, sopayla, elinde ne varsa onunla eyleme geçmesini söylüyor? O noktaya bir daha bakalım:

“Türk Genci devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı gördüğü an…” diyerek sınırı çiziyor.

Demek ki Atatürk Türk Gencinin her vesileyle taşa sopaya sarılmasını istemiyor, onu bu yolda yönlendirmiyor. Sadece Cumhuriyetin ve devrimlerin tehlikeye düştüğü anda, bir başkalarının müdahalesini beklemeden devrimleri korumasını istiyor. Ne var bunda? Bu satırlar tam da devrimci Mustafa Kemal’in ruhunu, bu vatanın temeli olan “kuvva-i milliye” nin ruhunu yansıtıyor.

Tekrar Bursa’ya dönelim: Atatürk ve beraberindekiler o gün akşam Gemlik’e geçip, sonra da Gülcemal Vapuruyla İstanbul’a dönüyor. Bir süre sonra da olay unutuluyor çünkü Bursa Nutku zaten içeriği itibariyle her yerde ve fırsatta tekrarlanabilecek bir nutuk değil. Söylenmesi için, söylenmesini gerektirecek koşulların oluşması gerekli. Durup dururken niye okunsun?

Ve aradan yıllar geçiyor.

Sonrası…

· Nutuk, 1935 yılı yayını bir dergide görünüyor.

· Uzunca bir aradan sonra, ilk kez yeniden 1947 yılında Rıza Ruşen Yücer’in “Atatürk’e Ait Birkaç Fıkra ve Hatıra” adlı kitapta yer alıyor.

· İki yıl sonra, bu kez 1949 yılında, “İzmir II. D.P. Büyük Kongresi”’nde Celal Bayar tarafından okutuluyor. Nutku okutarak verilmek istenen mesaj: “Gerici CHP’yi madem yargı durduramıyor, Gençlik durdursun…” mesajıdır.

· 1958 yılında, CHP’nin resmî yayın organı olan Ulus Gazetesi Nutku yayınlar. Bununla CHP, “…Demokrat Parti’nin rejim için bir ‘tehdit’ oluşturduğu” fikrini işlemekte, “Gençlik, iktidara rağmen, kanun-nizam dinlemeden, rejimi korumak adına, idareye el koyacaktır” görüşüne yer vermektedir.

Tartışma uzar. Cumhuriyet Savcısı Ulus Gazetesi için soruşturma açar. Sonunda “takipsizlik “ kararı verilir.

Konu mahkemelik

· Bornova Asliye Hukuk Hakimliği, böyle bir nutkun var olup olmadığının tespiti için

27 Eylül 1966 tarih ve 1966/338 sayılı yazı ve bu yazıya ekli Bursa Nutku metnini Türk Tarih Kurumu’na gönderip, görüş ister.

Bunun üzerine toplanan TTK Yönetim Kurulu aşağıdaki kararı alıyor:

“ Türk Tarih Kurumu Yönetim Kurulu’nun 24 Ekim 1966 tarihli toplantısında Bornova Asliye Hukuk Hakimliği’nin 27/9/1966 tarih ve 1966/338 sayılı yazısı ve bu yazıya ekli Atatürk’ün Bursa Nutku ile ilgili sözleri üzerine gerekli incelemeler yapılmıştır. Bu incelemeler sonucunda bu sözlerin Atatürk’ün 1933 Şubat’ında Bursa’da yaptığı konuşmadan mealen alınmak suretiyle çeşitli tarihlerde basılmış olduğu kanaatine oybirliğiyle varılmıştır.”

Böylece, Nutkun varlığını, bu konuda yorum yapabilecek en yetkin kurum olan Türk Tarih Kurumu da onaylamış oluyor.

Konu Ağır Ceza Mahkemesi’nde

· Nihayet konu Ağır Ceza Mahkemelik oluyor.

1975 yılında, Cafer Tanrıverdi adlı vatandaş, kim bilir kime veya neden bozulmuş, Kayseri de Nutku bastırıp, dağıtıyor.

Yapılan şikâyet üzerine, Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kovuşturma yürütülürken, mahkeme bilirkişiye başvuruyor ve bunun üzerine, dönemin Türk tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Enver Ziya Karal ve Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sami N. Özerdim, mahkemeye bu metnin Atatürk’e ait olduğunu gösterir bilgi ve belge sunuyor.

Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesi bunun üzerine Bursa Nutku’nun Atatürk’e ait olduğunu onaylıyor. Bu mahkeme kararından sonradır ki, Bursa Nutku okunur, söylenir, dağıtılır ve asılır hale geliyor.

SONUÇ:

“Bursa Nutku” vardır ve Atatürk bu nutku tam da bu günler için söylemiştir.
-- Murat BinZET

Kıssadan Hisse

Bu memleketin ekmeğini yiyip suyunu mu içiyorsun ?

Bu ülkenin ilelebet var olmasını istiyor musun? Oku o zaman:

Yahudiler Hitlerin elinden kurtulduklarında hiçbir şeyleri kalmamıştı. Bırakın devlet kurmayı yiyecek ekmekleri dahi yoktu. Ancak uluslararası camia Almanya'nın soykırım yaptığını kabul ettiğinde Yahudi'lere tazminat yolu açılmış oldu. Yahudiler açtıkları davalarla neredeyse tüm Alman şirketlerini ve Alman bankalarını tazminata mahkum ettirdi. Bugün satılan bir Mercedes'ten bile belli oranda İsrail hükümetine pay gidiyor ve bu durum gizli değil, zaman zaman gündeme geliyor.
İsrail bugün dünyanın en zengin ülkelerinden biri. Ülkelerinde nükleer reaktörlerden tutun en son teknolojiye sahip uçak fabrikaları bile var. Ancak Hitler döneminde dünyanın en zengin ve en gelişmiş ülkesi olan Almanya bir dönem toparlanmış gibi görünse de belini doğrultamadı. Ekonomisi son 10 yıldır gittikçe kötüleşiyor.

Ermenistan çok fakir bir ülke. Hiçbir şeyleri yok. Açlar. Sanayileri, markaları hiçbir şeyleri yok. Avrupa'nın lider ülkesi Fransa'nın bu soykırımı tanıyıp bize tazminat davası açılması yolunu açması bir anda tüm diğer ülkelere sıçrayacak. Şu an ciğerci kapısında bekleyen kediler gibi ellerinde dosya bekleyen Ermenistan hükümeti açacağı binlerce tazminat davası ile Türkiye'yi çok zor duruma düşürecek. Zaten belimiz kurulduğumuz günden beri bükük duruyor, bu tazminatlar Osmanlıyı çökerten kapitülasyonlar gibi bizi de çökertecektir.

Siyasi görüşün ne olursa olsun, bu memleketin insanıysan bu yazıyı yayabildiğin kadar yay, şu bilinçsiz halkını uyarmaya çalış.
Fransız markalarından alışveriş yapma, 3 kuruş fazla ver, 2 adım fazla yürü başka marka kullan. Cebin haysiyetinin önüne geçmesin.

Y.Murat Şentürkler
TÜRKİYE İŞ BANKASI A.Ş
Bilgi İşlem Müdürlüğü / Kurumsal İşlemler

24 Temmuz 2009 Cuma

Tarihin kara sayfalarını yazıyorlar...

ÇOCUKLAR bugünleri tarih kitaplarından okuduklarında şaşıracaklar ve asla saygı duymayacaklar köklerine...

Türkiye kendi tarihinin kara sayfalarını yazıyor bugünlerde...

Nasıl olur?..

Yüz kızartıcı suçlardan sanık (şüpheli) olanların tümü dışarda:

Suistimal...

Sahtecilik...

Yalan beyan...

Zimmete para geçirme...

Nitelikli dolandırıcılık...

Resmi belgede tahrifat...

Sahtekârlık...

Dolandırıcılık...

Liste çok uzundur; aynı zamanda dini duyguları kullanarak “laiklik karşıtı eylemlerin merkezi olmak” gibi...

Ama cumhuriyet endişesi duyup bir çaba harcama gereğini duyanların tümü hapishanelerde yargılanıyorlar...

*

Kim anlatacak bunu topluma?..

Muhalefet yayını yapan üç televizyon:

Kanal-B...

ART...

Biz TV...

Üçünün de sahibi içerde, tesadüf müdür bu?..

Türbana karşı çıkarak laiklik endişesini dile getiren dekanların-rektörlerin hepsi sanık... İktidar karşıtı ağzını açan sivil toplum örgütü önderlerinin tamamı mahkeme kapılarında sürünüyor... Kafası-kıçı oynamayan ne kadar yazar-gazeteci-aydın varsa alıp götürdüler...

Ama zimmet, yalan beyan, suistimal, sahte belge düzenlemek, dolandırıcılık, sahtekârlık suçlarından sanık (şüpheli) olanlar yargılanamıyorlar.

Tersine Türkiye’yi yönetiyorlar...

*

Bu nasıl olur?..

Elbette tarih kitapları bunları yazacak...

“Yüz kızartıcı suçların” itibarlı ve iktidar olduğu... Ama “Atatürk ve devrimlerini ağzına alanların” suçlu sayıldıkları bugünler, iri harflerle yazılacak Türkiye’nin alnına...

Tarihin kara sayfalarının yazıldığı günlerdir bugünler...

İyi izlemelisiniz...

B.C.

Genel sekreterin yedi dosyası

İSTANBUL Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreterliğine Adem Baştürk getiriliyor.

CHP Konya milletvekili Atilla Kart soru önergesi veriyor. Tayyip Erdoğan’ın yanıtlaması istemiyle verdiği önergede Atilla Kart, Adem Baştürk ile ilgili şunu söylüyor:

“2002 seçiminden önce İstanbul Büyükşehir Belediyesinde üstlenmiş olduğu görevlerden dolayı, Adem Baştürk hakkında yedi dosya var.”

Baştürk 2002’de AKP Kayseri milletvekili, 2007’de değil, şimdi yeniden İstanbul Büyükşehir’de.

Atilla Kart’ın soru önergesinde, Adem Baştürk’ün Meclise gelen yedi dosyasının zimmet, ihaleye fesat karıştırmak, görevi kötüye kullanmak suçları içerdiğini, milletvekili dokunulmazlığı nedeniyle yargılanmadığını belirtiyor. Aradan iki yıl geçiyor ve şimdi soruyor:

1- Bu yedi ceza dosyasının yargılaması bitmiş midir? Yargılamalar her dosya için ne zaman bitmiştir? Davaların sonucu nedir?

2- Hakkında böylesine yoğun suç ilişkileri bulunan bir kişi hangi hak ve adalet duygusuyla İBB Genel Sekreterliği gibi güven ve kıdem gerektiren bir göreve getirilmiştir?

Merak uyandıran sorular.

Y.D.

19 Temmuz 2009 Pazar

Müslümanların Militan Lideri'ni tanıyalım!

"MÜSLÜMANLARIN Militan Lideri" unvanı, Kurtuluş Savaşı günlerinde, o savaşın ölümsüz önderi Gazi Mustafa Kemal'e verilen unvandır. Bu unvanı daha çok İngilizler kullanmaktaydı.

O günlerde Mustafa Kemal'e bir unvan da Müslümanlar tarafından verilmiştir:
"İslam'ın halaskarı Gazi."
Halaskar, kurtarıcı demek.

Atatürk'ün "kurtarıcı" unvanı, dinci iftiracıların söyledikleri gibi, sonraki zamanlarda "Atatürk'e tapan bazı dalkavuklar"ın verdiği bir unvan değildir. Seccadeyi dürüp eline tüfek alarak kurtuluş mücadelesi veren Müdafaa-i Hukuk öncülerinin "Allah tarafından teyit edilmiş komutan"larına verdikleri unvandır.
O günlerde, Müslüman kadınlar, İzmir'e giren "Halaskar Gazi"nin çizmelerini, şükranlarını göstermek için diz çöküp ayaklarına kadar eğilerek siliyorlardı. Ve tam o sırada gözlerinden akan yaşlar "Halaskar Gazi"nin çizmelerinin üstüne dökülüyordu. (Tabloyu, Halide Edip naklediyor.) Çünkü o kadınlar, Haçlı işgalin ne demek olduğunu ve Halaskar Gazi'nin onları hangi ateşlerden kurtardığını yaşayarak öğrenmişlerdi.
O günleri bu millete unutturdular. O günleri Müslüman kadına unutturdular. O günleri ve o günlerin Halaskar Gazisi'ni unutturuyorlar. Çünkü işbirliği yaptıkları emperyalist kodamanlar böyle istiyor.

O günler unutuldu.

O günler, anamıza-avradımıza Haçlı paryaların musallat olduğu günlerdi. Süleymaniye Camii'-nin minaresine haç takılmak üzere hazırlık yapıladığı günlerdi.

"Müslümanların Militan Lideri", işte o günlerin Türkiye'sinden, topraklarında yüz bin minarenin yükseldiği bugünkü Türkiye'yi yarattı. Ne yazık ki, bu yüz bin camiyi, Müslümanların militan liderini İslam dışı göstermek ve onun mirasını yok etmek için kullanmaya kalkan "Haçlı ile işbirliği yapmış fesat dincileri" bugün, dünyanın her yanında su başlarındadır.

"Müslümanların Militan Lideri", tarihin en vicdansız nankörlüklerinden birine maruz bırakılıyor.

"Müslümanların Militan Lideri"ni bu ülkenin çocuklarına tanıtmadılar, sadece dayattılar.

"Müslümanların Militan Lideri"nden rahatsız olan iç ve dış odaklar, Müslüman çocuklarına "Müslümanların Militan Lideri"ni, "olmasa da olur" türünden biri gibi tanıtmak istiyorlar.

Hayır!

"Müslümanların Militan Lideri", olmasa da olur türünden biri değildir. Bunu bütün dünya er ya da geç anlayacaktır ama gecikmenin faturası insanlık için de Türkiye için de çok ağır olacaktır.

"Müslümanların Militan Lideri"ne, Müslümanların düşmanı olanlar tuzak kurdular. Ve "kof Atatürkçüler" ile Allah ile aldatmanın kahrına uğramış halkı bu tuzağa düşürmeyi başardılar.

Ey ehli iman!

Sözüm sanadır ve sözüm çok hayatidir. "Müslümanların Militan Lideri"ni tanıyalım! Bu tanımaya hava ve su kadar muhtaç olduğumuz günlerdeyiz. Ve asla unutmayalım:
Müslüman dünya, o arada Türkiye, Müslümanların Militan Lideri'ne yakın zamanlarda yeniden muhtaç hale gelecek. Allah'a yemin olsun ki, bu aynen böyle olacak... Ama o günler geldiğinde, Müslümanların Militan Lideri'ni Müslümanlara unutturanların pişmanlıkları hiçbir işe yaramayacak.

Yaşar Nuri Öztürk

17 Temmuz 2009 Cuma

Hıncal Uluç'un Engin Ardıç'a yanıtı

21 Mart Cumartesi günü Sabah'ta yayınlanan Engin Ardıç'ın yazısı;

Atatürk'ün pasaportu var mıydı?



Atatürk'ün yurt dışına hiç çıkmadığını hep biliriz... Bu, büyük
bir erdem olarak pazarlanmıştır: Kendisi hiçbir yere gitmeden herkesi ayağına getirmiş!
Herkes dedikleri, İran şahı ve İsveç kralı gibi "kıyıdan
köşeden" adamlar, bir de İngiliz kralı Edward tabii... Yanında da Mrs
Simpson... Ama o da aşkı uğruna kısa bir süre sonra tacı tahtı
bırakacağından, bu gezinin bir yararı olmamış.
Olamazdı da... İngiliz kralı ya da kraliçesi "hüküm sürer ama
idare etmez" ... Meclise izinsiz giremediği, seçimlerde oy
kullanamadığı gibi, dış politikaya da karışamaz!
Bunun dışında kim gelmiş Türkiye'ye? Hitler mi, Stalin mi,
Mussolini mi, Roosevelt mi, Hirohito mu? Hiçbiri.
Keşke İspanyol başkanları Alcala Zamora ya da Manuel Azana
gelselerdi de, "asi generallere" karşı İspanyol Cumhuriyeti'ne sahip
çıkma onuruna kavuşsaydık yahu...
Ama niçin geleceklerdi? Türkiye önemli bir ülke değildi ki,
kendi kabuğuna çekilmiş, yaralarını sarmaya ve Batılılaşma girişimini
temele indirmeye çalışan, "dünya sahnesinin önünden çekilmiş" bir
ülkeydi... Her türlü Osmanlı mirasını da reddettiği için (borçların
bir kısmı hariç!), "beni kendi halime bırakın, karışmayın, bulaşmayın" der gibiydi dünyaya...
Atatürk'ün yurt dışına hiç çıkmamış olması niçin büyük bir
başarı olarak değerlendirilmiştir?
"Kendi kabuğuna çekilmek, kendi yağıyla kavrulmak" erdem sayıldığı için!
Bu da memur zihniyeti değilse, memur zihniyeti başka nasıl olur acaba?
Ve de Atatürk'ün bazı Anadolu kasabalarını dolaşmış olması niçin büyük birer olay gibi pazarlanmıştır? Hele İstanbul'a her gelişi niçin "tarihi gün" sayılmıştır?
Yani tasavvur edebiliyor musunuz, Hitler'in Stuttgart'a gelişi
bayramı, Mussolini'nin Venedik gezisi şenlikleri, Stalin'in Odessa'yı
ziyaretinin bilmemkaçıncı yıldönümü kutlamaları... Var mı böyle bir
yağcılık?
Toplum o kadar "donuk", ulaşım o kadar yetersiz durumdaydı ki, bir yerden bir yere gitmek başlıbaşına heyecan verici, serüven gibi bir şeydi o dönemde...
Keşke bu gibi çarçur gezilerle övüneceğimize, "Atatürk'ün uçağa binip Atina'ya gitmesi ve eski düşmanlarını kucaklaması, Atatürk'ün Cenevre'de yaptığı ünlü Milletler Cemiyeti konuşması, Atatürk'ün tarihi Beyaz Saray ziyareti, Atatürk'ün meşhur Moskova gezisi, Atatürk'ün unutulmaz Paris barış görüşmeleri" gibi hatıralar
kalsaydı... Ayıp mı olurdu, günah mı?
Belki o zaman cumhurbaşkanlarımızın ya da başbakanlarımızın dış gezileri de memurlarımıza ve memur ruhlularımıza küfür gibi
gelmezdi!...
Atatürk hiç yurt dışına çıkmadı dedik, bu hem doğrudur hem yanlış...
Atatürk yurt dışına çıkmadı ama, Mustafa Kemal çıktı!
Libya'ya gitti çarpışmaya ama orası yurt dışı sayılmıyordu...
Bunun dışında Sofya'ya, Berlin'e ve batı cephesine de gitti görevli
olarak, Viyana üzerinden Karlsbad'a da gitti (Karlovy Vary) sağlık
nedenleriyle...
Ama o zamanlar bir "imparatorluk subayıydı" ...
Hani şu nefret kustukları Osmanlı İmparatorluğu vardı ya, onun
ordusunda subaydı.
1919 yılında ordudan istifa edene kadar bir Osmanlı subayıydı.
Hadi kim hayır diyecekse desin de alnını karislayim.

Hıncal Uluç'un Engin Ardıç'a yanıtı



Atatürk'e dil uzatanlara...

Önce biri hafta sonu hiç yüzü kızarmadan saldırdı gene,
"Atatürk'ün pasaportu var mıydı" diye.. ..
Ve çizdiği Atatürk portresine bakar mısınız?.. "Vizyonsuz..
Memur zihniyetli biri.."
Utanmazlığın ölçüsüne bakar mısınız?..
Yıkılmış, tükenmiş, bitmiş, işgal edilmiş Osmanlı'nın
küllerinden, Avrupa'nın "Hasta Adam" dediği Türkiye'den, modern bir batı cumhuriyeti yaratan adam için çizilen tabloya, aşağılamaya bakarmısınız?..
"Memur zihniyetli, vizyonsuz!.."
Bu korkunç kafaya, bu örümcek düşünceye yanıtı, ayni günün
gecesi, Rus Kızıl Ordu Korosu muhteşem bir yanıt verdi, tesadüfe bakın bu defa, TİM'de.. Ben ordayım üç kardeşimle, Öcal Serpil ve Kemal'le...
Salon son koltuğuna kadar tıklım tıklım doluydu ve herkes,
Atatürk'ün neler yaptığını anlatan Kızıl Ordu korosuna hem de nasıl
coşkuyla eşlik ediyordu..
"Bir hızla kötülüğü geriliği boğarız,
Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız.
Türk'üz bütün başlardan üstün olan başlarız;
Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız."
Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri."
"Karanlığın üstüne güneş gibi doğmak" nedir bilir misin sen,
karanlık adam?..
O senin memur zihniyetli, vizyonsuz dediğin adam, o yıllarda
yepyeni bir devlet, çağdaş, bir cumhuriyet kuruyordu, bir ulusun
kaderini değiştiriyor, dünyaya, hele de Müslüman dünyaya örnek
oluyordu, öğretmediler mi sana?..
O vizyonsuz, o "Memur zihniyetli" dediğin adamın dünyadaki
itibarını, saygınlığını bilir misin?..
Efendim "Kimse gelip gitmemiş Türkiye'ye Atatürk zamanında.."

İngiltere Kralı gelmiş ama, o sayılmazmış.. Çünkü adamın zaten
yetkisi yokmuş..
Birleşik Krallık kralının ülkemize, Atatürk'e gelişini bir
formalite sanıyor.. Peki o zaman "Pasaportlu" Abdullah Gül'ün iki
günde bir yurt dışına gitmesi, bu ülkede devlet başkanları ağırlaması
ne?.. Atatürk'e gelen İran Şahı adam değil de, Gül bugün İran'da ne
arıyor peki?..
Adamın, Atatürk'e saldırma gözlerini öyle karartmış ki, ne
dediğini bilmiyor, çelişkiler içinde..
İngiltere Kralı, İran Şahı, gelmemeliymiş de, kim gelmeliymiş?..
Hitler, Mussolini, Stalin.. Verdiği örneklere bakar mısınız?..
Hafazanallah.. Bunlardan biri gelmiş olsaydı kazara, bugün kimbilir
neler yazardı, düşünebiliyor musunuz?.
İngiliz Kralı yetkisiz.. Peki yetkilisi, hem de azılı Türk
düşmanı Lloyd George ne dedi, hem de Birleşik Krallık Millet
Meclisinde..
"Arkadaşlar, yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir. Şu
talihsizliğimize bakın ki o büyük dahi çağımızda Türk Milleti'ne nasip
oldu. Mustafa Kemâl'in dehasına karşı elden ne gelirdi."
Atatürk uçağına atlayıp Yunanistan'a gitmemişmiş.. Venizelos'la
kucaklaşmamış.. Ama Venizelos yenildiği düşmanı Atatürk'ü 1934 yılında Nobel Barış Ödülüne aday göstermiş.. Nasıl olmuş bu peki?.. Vizyonsuz, memur zihniyetli, içine kapanık adamdan başkasını bulamamış mı, Yunan Lideri, "Dünya barışına en hizmet eden kişi" diye seçecek?..
Atatürk Mussolini'ye gitmemiş. O da Türkiye'ye gelmemiş.. Ama Atatürk'ün süvarileri İtalya'ya gidip, zamanın en büyük binicilik
kupasını, hem de Mussolini'nin adını taşıyanını Türkiye'ye
getirmişler.. Bu müthiş spor hamlesinin ne manaya geldiğini bilir
misin sen?.. O vizyonsuz, memur zihniyetli adamın, o sıralar nasıl bir Türkiye kurmakla meşgul olduğunu anlayabilir misin, bu örnekten yola çıkıp?.. Aklın erer mi?.
Erer.. Bal gibi erer de işine gelmez söylemek... Sen ve senden
yüz bulup hemen ertesi gün Atatürk'e saldıran yamağın da bilir
bunları, çok iyi..
Kilitleyin bilgisayarınızı gene de, size yağan e-mailler geri
dönsün tamam mı?.. Yüreğiniz o kadar..
Bakın, bugün bu köşede, 20'inci Yüzyılın en önemli adamlarının
Atatürk hakkında söylediklerinden bir derleme seçtim sizin için..
Okuyun, iyi okuyun ve iki günde bir saldırdığınız, sövdüğünüz, dalga geçtiğiniz Mustafa Kemal Atatürk'ün nasıl bir devlet adamı, nasıl bir deha, Türkiye için nasıl bir şans olduğunu iyi öğrenin..
Ne yazık ki, sizin için de büyük şans oldu Atatürk!.
O olmasaydı, bugün bu köşelere oturup bu saçmaları bu kadar
özgür yazma imkânınız olur muydu?..

7 Temmuz 2009 Salı

Türkiye Bir Hukuk Devletiyse Ruhban Okulu Açılamaz

Yrd. Doç. Dr. Orhan ÇEKİÇ / Cumhuriyet (07/07/2009)

Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması sorunu, siyasal gündemimizin baş sıralarını işgal etmeye devam ediyor. Buna karşılık konuyu tartışanlarımız arasında da bir mutabakat görünmüyor. Oysa mesele son derecede yalın ve açıktır ve de tümüyle “hukuksal”dır. O nedenle de “hukuk” bir tarafa bırakılarak çözülemez. Özetle, mevcut anayasamıza göre, bu ruhban okulunun “Fener Rum Patrikhanesi’nin dayattığı şekilde açılmasına” olanak yoktur. Eğer Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletiyse, ne bu iktidar ne de bir başkası, isteseler de böyle bir tasarrufta bulunamazlar.
Konuyu olayın özünden uzaklaştırmamak için Heybeliada Ruhban Okulu’nun tarihsel gelişimine değinmeyeceğim. Belli ki bu okul Rum cemaatine ruhban yetiştiren, böylece teoloji eğitimi veren kimliğini Osmanlı Devleti bünyesinde, kimi imtiyazlarla birlikte sürdürmüş bir eğitim kurumudur.
Lozan’da ise, Osmanlı döneminde azınlık okullarına verilmiş tüm imtiyazlar kaldırılmış, kendileri de birer Türk vatandaşı olan bu azınlığın statüsü Türklerinkine eşit kılınmıştır. Böylece gayrimüslim olarak anılan bir Rum vatandaş da, bir Ermeni, Musevi vatandaş da, bir Türk de, vatandaş olarak aynı ve “eşit” statüye sahip kılınmıştır. Yani bir Türk vatandaşına verilmeyen bir hak, bir Rum veya Ermeni vatandaşımıza da verilemez, aksi halde anayasamızın “eşitlik” ilkesine aykırı düşer.
Şimdi bu ön bilgilerin ışığında, konuyu analiz edelim:
Cumhuriyetin kurulmasının hemen ertesinde, ülke geleceği için son derecede önemli bir yasa kabul edilmiştir: Bu yasa, “Eğitim Birliği Yasası”dır (Tevhid-i Tedrisat Kanunu). Böylece, Türkiye’deki bütün “ortaöğretim kurumları” (yani ortaokul ve liseler) tek bir çatı altında toplanıp Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır (3 Mart 1924). Bundan maksat (kız-erkek) tüm gençlerimizin aynı laik eğitimden geçerek bilimin ışığında ve çağdaş bir eğitim görmelerini sağlamak, aynı zamanda yüzlerce yıl geride kalmış, köhnemiş medrese eğitimine de son vermektir.
Bu bilgileri, kopuk kopuk da olsa sizlere aktarmamın nedenine şimdi geliyorum:
1971 yılına, hiçbir sorun yaşanmaksızın böylece gelindi. O günlerde hatırlayacağınız gibi Türkiye’de bir “özel yüksekokullar” furyası başlamıştı. Bu okulların açılmasına olanak veren 1965 tarihli ve 625 sayılı “Özel Öğretim Kurumları Kanunu”nun bazı maddelerinin anayasaya aykırı olduğunu saptayan Anayasa Mahkemesi, 12 Ocak 1971 tarih ve 1971-3 sayılı bir kararla “özel yüksekokulların devletleştirilmesine” karar verdi. Bunun üzerine bütün bu özel okullar, Heybeliada Ruhban Okulu dahil kapatıldı. Ne var ki bu icraatın hemen arkasından devlet, bu kez “özel statüdeki bu okulların devlet denetimine alınmak koşuluyla yeniden açılmasına” izin verdi. Buna karşılık Fener Rum Patrikliği bu “denetim” koşulunu reddederek, “Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasına” izin vermedi ve halen de vermiyor.
Yanlış okumadınız, yani okulu açtırmayan, Fener Rum Patrikliği.
Bu karşı çıkmanın elbette bir temel nedeni var: Türkiye’deki lise düzeyine kadar olan tüm okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na, yüksekokullar ise YÖK’e bağlılar. Yani? Yani bir “devlet denetimine” tabiler. Fener Rum Patriği Bartholomeos ise bunu istemiyor, adeta “devlet içinde bir devlet” edasıyla, ruhban okulunun hiçbir denetime tabi olmadan Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlanmasını istiyor.
Bu durum Lozan’a aykırı, “Eğitim Birliği Yasası”na aykırı, anayasanın eşitlik ilkesine aykırı.
Diğer yandan Patrikliğin “tüzelkişiliği” olmadığı için, bir yüksekokul açma şansı hiçbir şekilde yok. Buna rağmen, bu okulun “özel teoloji yüksekokulu” statüsünde açılmasını istiyor, “Türkiye’deki bütün yüksekokullar YÖK’e bağlıdır” denilince de, adeta Patrikliğe istisna yapılmasını istiyor. “Ben devletin denetimine girmem” diyor. Anlaşılır gibi değil.
Bu durumda imam hatip liselerinin de MEB yerine örneğin Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlanmak isteyebileceği, aynı şeyin ilahiyat fakültesi için de söz konusu olabileceği, onlara bile bir ayrıcalık tanınamayacağı, zira Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir devlet olduğu ve bir “özel statü” bir kuruma verilirse, eşitlik ilkesi gereği diğerlerine de sağlamak gerekeceği anlatılmasına rağmen Patrik, çözümü Avrupa Birliği’nde, Başkan Obama’da, orada burada arıyor.
“Buna göz yumarsak Türkiye’deki cemaatler, tarikatlar, mezhepler de kendi ‘özel’ din okullarını açmaya kalkarlarsa ne yaparız?” sorusu Patriği hiç ilgilendirmiyor. O sadece kendi istemlerini, ültimatom verir gibi yineliyor:
Ruhban okulu Türkiye’den olduğu gibi, diğer ülkelerden de öğrenci alabilmeli, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Heybeliada Ruhban Okulu üzerinde hiçbir denetim hakkı olmamalı,
Fener Patrikhanesi bünyesinde, başta Patrik olmak üzere, Kutsal Sinod ve Metropolitlerden “Türk vatandaşı olmak” şartı kaldırılmalıdır.
Oysa Patrik Hazretleri şu hususların altını çizmeli ve mutlaka bellemelidir: Arkasına ABD’yi veya AB’yi alarak ileri sürdüğü bu taleplerin bağımsız, egemen, laik bir hukuk devleti ile bağdaşır hiçbir yanı yoktur.
Türkiye Cumhuriyeti “bir çadır devleti” değil, “bir hukuk devleti”dir. Batı Trakya’daki soydaşlarımız, daha kendi müftülerini seçme hakkına dahi müstahak görülmezken, kendisi de Türk vatandaşı olan bir Patriğin bu tavrı, bu ülkenin en azından haksız yere prestij kaybetmesine yol açmaktadır.
Buna kimsenin hakkı yoktur. Bir patrik bile olsa.

Mora isyanında on binlerce Müslüman Türk katledilmişti. Bunu biz söylemiyoruz, İngiliz Tarihçi W. Allison Philipis söylüyor:
“- Üç gün boyunca zavallı Türk yerleşimciler bir vahşiler güruhunun şehvetine, zulmüne teslim edildiler. Ne cinsiyet ne de yaş yönünden bir esirgeme yapıldı. Kadınlar ve çocuklar öldürülmeden önce işkenceden geçirildiler. Kıyım öylesine büyük ölçüdeydi ki çete reislerinden Kolokationes’in kendisi bile, kasabaya girdiğinde, ‘Yukarı Hisar Kapısı’ndan başlayarak atımın ayağı hiç yere değmedi’ demektedir. İlerlediği zafer kutlama töreni yolu, Türk cesetlerinden bir halı ile döşenmişti!”
İşte bu vahşetin ve diğerlerinin arkasında Patrikhane’nin olduğu bütün belgeleriyle ve uluslararası gözlemcilerin şahitliğinde ortaya kondu ve işin müsebbibi patrik Gregorius yargılandı, Patrikhane’nin Orta Kapısında asıldı. Olaydan sonra gizli olarak toplanan patrikhane yönetimi ise aynı yerde eşdeğer bir Türk devlet adamı asılana kadar kapının kapalı tutulması kararı verdi. Kapı, Cumhuriyet dönemine kadar zincirliydi, sonra, kaynaklandı.

Patrikhane o kapıyı hâlâ açmıyor amma Hükümet işte bu Patrikhane’de ve o kapıda bir Müslüman Türk’ü asmak için yemin edecek papazların yetiştirileceği okulu açma kararı vermiş bulunuyor.